Babalar Da Anlar. Ayhan Yalçinkaya
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Babalar Da Anlar - Ayhan Yalçinkaya страница 2
Sonra karşıma doğru insan Elif Ayla çıktı. Hayallerime hayal kattı. Amacımın düşündüğümden de ötesine ulaşmama vesile oldu. Sayesinde oğlumla ilgili duygularım, ilişkim, onunla birlikte hayal ettiklerim dolabımda duran fotokopi notları olmaktan çıkıp hem size hem de gelecekteki o yetişkin adama, canım oğluma ulaşabilecek.
Okuduğunuz için teşekkür ediyorum.
Hayat
Şimdi evimde arkama yaslanıp içinde ailemin olduğu bu manzarayı izlemek hayatımın en önemli ve en güzel kısmı. Ailem benim servetim. Bütün bu servetin gerisinde yirmi yaşında aldığım bir karar var. Önce yaşamımı derinden etkileyen bu kararı anlatmalıyım.
Dünyayı Gezmek!
Benim çocukluk hayalimdi dünyayı dolaşmak. 6-7 yaşlarındayken yapmayı en çok sevdiğim şey bu seyahati düşlemek ve önüme gelene anlatmaktı. Gitmek istediğim ülkeleri, şehirleri, görmek istediğim ağaçlarla heykelleri, aşmak istediğim okyanusları ve daha fazlasını hayal etmekten kendimi alıkoyamazdım.
Beni dinleyenler, önceliklerimin ne olması gerektiği konusundaki fikirlerini söylüyorlardı hemen: ‘Önce okulu bitir, meslek sahibi ol, para kazan sonra bakarsın’, ‘Gidersen ailenle kim ilgilenir?’ Kiminin tepkisi çok daha kısa oluyordu: ‘Haha, tabii canım gidersin!’ En çok da buna içerlerdim. İnsanların hayallerime neden dil uzattıklarını anlamazdım! Küçük olduğum için mi ciddiye almazlar yoksa hayal kuranları mı sevmezler, bilmezdim. Neden ‘yaparsın tabii ki’ diyenler azınlıkta kalırdı?
Ama biz çocuklar böyle değildik. Arkadaşlarımın hayallerini dinlemeyi çok severdim, onlar için iyi şeyler umar, dua ederdim. Onlar da benim hayalime bayılmışlardı. Hayallerim çok büyük diye büyükler beni daha iyi anlar sanıyordum, maalesef yanılmışım.
Onca yetişkin arasında bana destek veren, ‘aferin’ diyen yalnızca bir kişiydi: BABAM. O da işi gereği yılın büyük bölümünde denizde olurdu. Benim babam kaptandı. Onunla telefonda olsun konuşurken hayallerim aklımdan çıkar, ona olan özlemim kaplardı içimi. Zamanla o uzaklardan kesik kesik gelen sesin kendime inanmamı sağlayan tek ve biricik şey olduğunu anlayacaktım.
Tek Başıma, Üç Farklı Kıtada
Yıllar geçti.
Üniversite 2. sınıf bitmek üzereydi. Düşünmeye başladım: ‘Oku, diploma al, askere git, işe gir, araba al, ev al, evlen ve çocuklan’ oyununa, farkında olmadan yıllardır oynadığım, daha doğrusu oynamaya zorlandığım bu oyuna daha fazla devam edersem içinden çıkamayacağımı hissettim. Gençliğimin de verdiği fevrilikle oyundan çıkmaya karar verdim.
Yirmi yaşında üniversiteyi bıraktım ve yola çıktım, tek başıma!
Üç farklı kıtada; Yeni Zelanda, Kanada, Amerika, Meksika ve Brezilya’da on iki yıldan fazla yaşadım. Bir gezgin gibi değil, her yerde birkaç yıl geçirdim. Amacım ne diploma, ne kariyer ne de paraydı! Bunlardan yola çıkarken vazgeçmiştim zaten. Beni heyecanlandıran şey şahit olmaktı: Dünyayı renklendiren insanların kültür ve yaşam biçimlerine, her kıtanın kendine has doğal yapısına.
Umduğumdan da fazlasını buldum.
Eşim
Her yeni ülke yeni şehirler getirdi, her yeni şehir yeni arkadaşlar… Bu arkadaşlardan biri karım oldu: Bir akşam çıkma teklif ettim, o da kabul etti. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadan eve dönme zamanı gelmişti. Metrodan inip çıkışa yöneldik ama uzun süre çıkamadık. Birbirimize sarılmış öpüşürken bulduk kendimizi. Zaman ve mekânın ötesine geçtik, hızlı atan kalplerimizle bir olduk. Bir ara sonraki metronun kalabalığı sardı etrafımızı, çıkışa yönelen insanların sesleri kulağıma geldi, sonra seslerin yoğunluğu azaldı, giderek kayboldu.
Sonra aynı şey bir daha oldu. Sesler çoğaldı, azaldı ve kayboldu. Bir daha, bir daha… Kaç metro geldi, kaçı gitti hiçbir fikrim yoktu. Biz artık, BİZDİK.
O bitmeyen an yollarımızı bir’ledi ve evlendik. Birkaç sene sonra İstanbul’a taşındık. Çocuk istiyorduk. Para, iş, şu bu; hiçbirini düşünmedik. İstiyorduk ve yapabilirdik. Başka şeylere gerek yoktu. Ancak karımın bir koşulu vardı: Önce Türkçe öğrenecekti. Bir yıl içinde öğrendi de.
Sonunda test pozitif çıktı. İki kırmızı çizgi. Aylar geçti. Son bir-iki haftayı ‘her an gelebilir’ telaşıyla heyecanlı bir beklenti içinde yaşadık. Ve o an geldi.
Turquinho
Doğum yaklaşıyordu.
Çok şey vardı öğrenmem gereken. Ama o sırada sürecin ‘doğum’ adımındaydık. Sadece doğum anına odaklanmıştım. ‘Ne nasıl yapılır, hangisi daha iyi olur’larla ilgiliydim. Doğum sonrasını sonraya bıraktım.
Ve gün geldi! Hemen hastaneye gittik. İşte o günden hatırladıklarım:
Kramplar başlıyor. Uzun aralıklarla. Karımın sırtına, beline doğum adımıyla ilgili önceden öğrendiğim masajı yapıyorum. Önce hafif kalıyor, daha güçlü yapmam gerektiğini söylüyor. Daha güçlü yapıyorum. Giderek artan krampların şiddetini yüzünde görmeye başlıyorum. Acıdan gözlerini kapatıyor. Kasılmalar daha da güçleniyor. Karım gözlerini daha sıkı kapatıyor, bunu gözlerinin yanındaki kırışıklıkların artmasından anlıyorum. Dişlerini de sıkıyor artık. Faydası olup olmadığını bilmeden masaj yapmaya devam ediyorum.
O kadar gerginim, o kadar kızgınım ki… Daha önce hiç hissetmediğim kadar. Mantıksız, anlamsız safi kızgınlık. Çünkü karım acı çekiyor! Sorumlusu yok, sinirini birine yönlendiremiyorsun o anda. Sorumlusu yok ama durdurmanın yolu da yok. Acısını kendime almak istiyorum, yapamıyorum. Bilinçsizce masaja devam ediyorum. ‘Nefes al’ demek istiyorum, ama bu kadar acı içindeki biriyle konuşamazsın, bir şeyler yapman gerekir. Yüksek sesle nefes alıp veriyorum, duyuyor beni: Derin derin nefes alıp veriyor şimdi.
Ara ara gelip krampları ölçen hemşirelere umutla bakıyorum. Doğuma almaya karar versinler artık. Canımın nefes alıp vermeyi bıraktığını fark edip yeniden nefes sesi çıkarıyorum. Gözümün önünde çaresiz bir acıyla bağırıyor. Kendimi kaybetme noktasına geldiğimi hissediyorum.
Ama o anda hemşire doğuma gireceğimizi söylüyor. Çenem, dudaklarım, dişlerim kasılmış. Bütün duygularımın yerini büyük bir merak alıyor. Ameliyathanedeki hemşirelerden biri çıkmamı söylüyor. “Yok” dediğimi hatırlıyorum sadece.
Kısa süre sonra Turquinho dünyaya geldi. Onun gelişiyle beraber fırtına sona erdi. Sevgilimin kucağında biraz kaldıktan sonra onu kuvöze aldılar. Orada oğlumla ilk defa baş başa kaldık. Serçe parmağımı uzattım, minik eliyle tuttu. Hani filmlerde olur ya; özel güçleri olan biri diğerine dokununca diğerinin gözünün önüne sahneler gelir, bir sırrı öğrenir, o dokunuş da bana öyle geldi! Bu, doğanın ve yaşamın bana ilk dokunuşu oldu!
Gezdiğim