Kursak Kramplari. Cihan Aldik
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Kursak Kramplari - Cihan Aldik страница 3
“Şeb’i aruz dedin demin. Bildiğimiz anlamı ‘düğün günü’. Bu nasıl düğün ki geride kalanlar hüzünlenirken ölüp giden düğün yapıyor?”
“Güzel kardeşim, hazret bak ne demiş:
Öldüğüm gün tabutum götürülürken, bende bu dünya derdi var sanma…
Benim için ağlama, yazık, vah vah deme;
Şeytanın tuzağına düşersen, o zaman eyvah demenin sırasıdır,
Cenâzemi gördüğün zaman firâk, ayrılık deme,
Benim kavuşmam, buluşmam işte o zamandır,
Beni toprağa verdikleri zaman, elvedâ elvedâ demeye kalkışma,
Mezar, cennet topluluğunun perdesidir.
Batmayı gördün değil mi? Doğmayı da seyret, güneşle aya gurûbdan hiç ziyân gelir mi?
Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne diye insan tohumunda şüpheye düşüyorsun?
Hangi kova kuyuya salındı da dolu dolu çıkmadı? Can Yusuf’u ne diye kuyuda feryad etsin?
Bu tarafta ağzını yumdun mu, o tarafta aç. Zîrâ senin Hayy u Hû’yun, mekânsızlık âleminin fezâsındadır.4
Biz şimdi hamız, pişmek lazım evvela, sonra da yanmak… Yanarsan Rabb’in için, bütün ölümler düğün günüdür. Seni var edenin huzuruna varacaksın, bir düşünsene. Gerçekliğe gideceksin. Dünyadan üzerine yapışanları yakıp gitmişsin bir düşünsene. Nasıl başladıysan hayat uykusuna, öylece varacaksın huzura, tertemiz… Düğün değil de nedir bu sorarım sana…”
“Senin gibi düşünen kaç insan vardır ki şu hayatta?”
“Kaç kişi vardır onu bilemem evlat ama şunu bilirim ki, beş dakika sonrası için garantinin olmadığı şu hayatta ölümün varlığını bilmekten güzel şey yoktur. Belki bir daha geldiğinde buraya beni göremeyeceksin. Şu dışarıda dikkat kesilmiş bizi dinleyen meslektaşlarımdan biri yıkayıp paklayıp çoktan uğurlamış olacak beni. Düşün bir kere, irade sahibi bir varlık olarak ne zaman öleceğini bilsen ne yapardın? Ee, öleceğini biliyorsun ya ne fark eder ne zaman gerçekleşeceği. Er ya da geç doğacaksak tekrar ve uyanacaksak beşer uykusundan, koca bir yalanın içinde sayılmaz mıyız? Bunları bilen kaç kişi varsa, inan bana kârda sayarım onları.”
“Kursağımda bir kramp var abi şu anda biliyor musun? Çıkıp gitmeye mi çalışıyor benden yoksa yutkunup yok mu saysam bilemedim.”
“Sevindim senin adına. Bırak kalsın orada. Ne zaman kap-tırsan kendini dünyanın heyulasına, aklına gelir, duraksarsın. Katran gecelerin nurlu sabahlarına döner. Korkmazsın daha da kara topraktan. Altının üstünden daha hayırlı olduğunu anlarsın. ‘Allah’ın sana verdiği servet ile ahiret yurdunu ara; dünyadan da nasibini unutma; Allah sana nasıl iyilik ettiyse sen de öyle iyilik et.’ (Kasas, 77) ayeti aklına gelir. Dünyadan nasibini unutma dediği Rabb’in, helal olandan, hayırlı olandan nasiptir. Bunu da unutmayasın. Nasıl yaşarsan öyle ölürsün, nasıl ölürsen de öylece dirilirsin. O gün buruşan değil parlayan yüzlerden olasın inşallah.”
“Gönlümüzü gafletten koruyalım diyorsun yani…”
“İnsan inandığıdır güzel kardeşim. Gönlün malayani olanı arzu ediyor ve ona meylediyorsa bil ki o zaman sıkıntı vardır. Sen nefsine zulmediyorsundur. Senin inandığının sana bir faydası yoksa, o zaman başlarsın ölümden korkmaya. Tercihini ukbadan yana kullananların sükûtu konuşmasından çok olur. Yok derdin bu tarafsa gafletin de zikrinden çok olur.”
Gazeteci, Gazanfer’in dediği gibi, oradan geldiğinden çok farklı şekilde ayrılmak üzereydi. O anda konuşmanın başından beri kayıt cihazının kapalı olduğunu fark etti. Bunu da çok fazla önemsememişti hani. Söylenenler bir cihaza değil içine işlenmişti adeta. Bir kare fotoğrafını çekti Gazanfer’in. Gazanfer bir fotoğraf makinesine bakalı yıllar oluyordu. Gassal olacakken çektirdiği bir vesikalıktı son fotoğrafı. Gazetecinin çektiği bu fotoğraf da âdet yerini bulsun diye idi. Yazılacak yazıdan, basılacak fotoğraftan çok daha önemli başlıklar vardı artık genç adamın hayatında. Oysa acar muhabir ne planlarla gelmişti Gazanfer’in yanına. Sustu ilk önce… Sonra, kursağında kramplarla uzaklaştı.
Acbü’z Zeneb
Kadın, sürüye sürüye getirdiği çocuğu iki adım önüne doğru fırlatırken, “Bu çocuk William’dan,” dedi. İki dönümlük arazinin bir ucundaki saray yavrusuna gidene kadar çocuğun kolları çekiştirilmekten neredeyse kopmuştu. Ufaklık annesine göz ucuyla kin dolu bir bakış attı. Sarayın “her işten sorumlu” çalışanı da oldukça ketum, kadının ve çocuğun karşısında durdu, bir yandan da çocuğu süzdü baştan ayağa. Bir lokmacıktı zaten, iki saniye sürdü süzülmesi. Birleşik Devletler’in en soylu ailelerinden birinin evinin yolunu tutan dilenci, kan emici, üçkâğıtçı çoktu ne de olsa… Bu kadın da onlardan biri olabilirdi ama çocuğun William’dan olduğunu güvenlik görevlilerine de söylediğinden eve doğru gidişine izin verilmişti. Tabii ki yanında izbandut kılıklı bir çam yarmasıyla.
Yaşlı adam, Monfeller ailesinin ikinci ve üçüncü kuşaklarını bilecek kadar eski olduğundan, William’ın, karşısında duran çocuğun yaşındaki hallerini çok iyi biliyor, handiyse zamanda geri gitmişçesine çocuğun gözlerinde William’ı görüyordu. Bu kadar mı benzerlik olurdu. Tesadüfi olamayacak kadar aşikâr olan bu benzerlik sarayın yaşlı hizmetkârında şüphe uyandırdı. Evin genç zamparasının yapmadığı işler değildi hani gayrimeşru hareketler. İllegal bir yaşam William’ın meşruiyeti olmuştu. Yaşlı adamın hiç şüphesi yoktu veledin William’dan olduğuna.
İyi de bu kadın çocuğu neden doğar doğmaz getirmemişti de yıllar geçtikten sonra sarayın yolunu tutmuştu? Hem William öleli üç yıl olmuştu ve çocuk da o yaşlara yakın gözüküyordu. Adam yılların birikimi, zenginliğin ve illegal yaşantının soğukluğunun verdiği yaşamsal enerjiden yoksunluk, dünyanın içinde kaybolmuşluk ve daha nasıl tanımlanabilirse artık, hepsiyle bir değerlendirme yaptı ve içi sıkıldı. Şimdiye kadar yüzlercesiyle muhatap olmuştu bu gibi tiplerin ama nedense bu kadın ve William’ın üç-dört yaşlarındaki halinin aynısı olan bu çocuk canını sıkmıştı. Kadın William’ın kim olduğunu biliyordu ki kalkıp saraya gelmişti. Peki, öldüğünden haberi var mıydı? Yaşlı kurt baştaki ketum duruşunu devam ettiriyordu ama diğer yandan kötü bir şeyler olacağını düşünüyordu. Konu mahrem bir noktaya doğru gittiğinden, kadının ve çocuğunun yanı başında duran iri kıyım
4