Valeria Bunu Anlayamaz. Dilek Yılmaz
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Valeria Bunu Anlayamaz - Dilek Yılmaz страница 3
“Daha neler, üç züppe için keyfimizi bozmayalım.”
Oturmaya devam ettik.
Yüzümüz sahile dönük, yan yana. Aramızda zamanın yarattığı tutukluk dışında her şey normal. Sokak. Sahil. Öbür insanlar. Yaklaşıp uzaklaşan topuk sesleri. Kediler. Garsonlar. Tadı dönmeye başlamış fıstık. Mevsime göre hava. Masayı hafif ıslatan nem. Denizin kokusu. Konuştuklarımızın sıradanlığı. Sadece geniş yankılı kahkahasından eser yok. Gençlik fotoğraflarımızda Ceyda’nın daima olduğundan fettan, benimse bitse de gitsek ifademin yanında, dişleri görünen aramızda sadece o.
Beste’nin gitmesini yadırgıyorum, bundan soğukkanlılıkla bahsetmesini de.
Sorulur mu böyle şeyler? Bilmiyorum.
Kalabalıklaşmaya başladı mekân. İnsanlar girip çıkıyor. Garsonlar gelip gidiyor. Şişeler dolup boşalıyor. Biz denize bakıyoruz.
Hava ağır ağır renk değiştiriyor. Uğultu artıyor. Gitgide daha sessizleşiyoruz. Gözucuyla beni yokluyor arada.
“Sende yok mu bir şeyler?”
“Nuh’un gemisine tek başıma kaçak sızmış gibiyim.”
“Sen yalnız yapabiliyorsun.”
Cevap vermiyorum.
Yerinde hafifçe doğrulup sandalyesini sürükleyerek yanıma iyice sokuldu. Elleriyle üşür gibi ovuşturduğu kollarını sıkı sıkı kucağında kenetledi. Yüzünü dikkatle inceliyorum. Ağzını konuşacakmış gibi aralayıp kapıyor. Bunu yaparken iki kalın çizgi belirip siliniyor dudak çevresinde. İyi bir şey duymayacağım belli.
Sırtını geri verip sandalyeye yapıştırdı. Telefon elinde. Bir tuşa bastı. Mekanik bir ses, bir grup cızırtıdan sonra, “Ben kanserim,” dedi onun yerine. Bira şişesi elimden kaydı. Martı bağırtısı, gemi sireni, cam şangırtısı birbirine karıştı. Annemin öleceğini duyduğum an hissettiğimden beter bir öfke yayıldı içime. Rüyalardaki gibi, bağırmak istersin, sesin çıkmaz…
“Tedavi…” diyecek oldum, durdurdu beni.
“Zahmetine değmez.”
Hiçbir sorunun, hiçbir yanıtın anlamı yok. Aptalca bir şey söyleme ihtimalinden çok korkuyorum.
Sustum. O da sustu. Uzunca.
“Geç oldu. Kalkalım mı?”
Arabanın anahtarını elimden aldı.
Ağır adım yürüyoruz. O sakin.
Arabayı da yavaş sürüyor. Konuştuğu gibi, yürüdüğü gibi. Olduğu gibi değil. Ölecek biri gibi de. Evi geçtiğini bir üst sokağın başına geldiğimizde fark edip durdurdum. Birlikte kim bilir kaç sefer geçtiğimiz iki sokağı geri yürüdük.
“Burası…”
“Yıkılıp yenilendi geçen yıl.”
Yol üstünde park edip önüm sıra arka bahçeye koşturdu. Biliyorum, ceviz ağaçlarına bakacak. “Otopark oldu,” diye seslendim arkasından. “Önce ağaçlar kesildi, hâlâ inanmamıştım. Bahçenin öldüğünü kediler gidince anladım.”
“Leo da üstüme yatıp mırlıyordu, biliyor musun,” dedi. “Geceleri üstümden atıyordum artık. Sonra kayboldu. Doktora gittiğim gün anladım.”
Binaya girdik.
“Asansör iyi olmuş, beş kat zor oluyordu.”
Eve girince mutfağa yöneldim, peşimden geldi. Sağa sola bakınıp kahve kavanozunu elime aldığımı görünce durdurdu beni.
“Bira mı?”
“Ergenler içsin onu bu saatte, şarabın var mı?”
Başımı salladım.
Sigara da istedi. Beste’ye hamile olduğunu öğrendiği günden beri içtiğini hatırlamıyorum. Kadehleri doldurdum. Birini alıp elinde çevirdi. Benim gibi bodoslama dikmiyor kafasına. Kokluyor. Diliyle yokluyor. Ağır ağır yudumluyor sonra.
Side’de evden uzak ilk tatil akşamımızdaki gibi, olduğundan büyük ve yavaş yaşadığımız bir sarhoşluğa süzülürken sordu.
“Beste’ye sen anlatır mısın?”
Kafam içki kasası boşaltmış kadar ağır. İçinde takvim sayfalarını sırasız yırtan, birbiriyle bağlantısız fotoğraflar uçuşuyor. Birinde voleybol kupasını almışız. Kaptanımız Eda. Havaya kaldırırken göğsümün kabartısı kupadan büyük, sevinçten ağlıyoruz. Öbüründe daha taşınmamışlar. Beste kuvözde, ölecek sanıyoruz, Selim münasebetsizi o günü bile çekmiş. Ceyda, Eda, ben Side’deyiz bir başkasında, fotoğraf bok gibi ama öyle uzun sürmüş bir hayali yaşıyoruz ki mutluluğumuz flu durmuyor.
Düşünüyorum şimdi, dün nasıl bugünden daha yakın olabilir ki bir âna…
“Selim’i biliyorsun, yüzleşmez. Beste bir süredir benimle konuşmuyor.”
Burası tuhaf geliyor.
“Hastalığımı öğrenmeden evvel âşık oldum ben, Selim’le de bu yüzden ayrıldık.”
“Ne var bunda canım, boşanan ilk çift misiniz?”
“Terk ettim ben Selim’i. Öyle. Bir anda. Bilemiyorum ya da belki on yedi yılda. Hikâyenin sonu ya da başı işte. Beste affetmedi beni.”
“Suç değil bu.” Babasının ne mal olduğunu bilse diyemedim.
“Öyle değil işte. Çocuğun olmayınca anlamak zor.”
Öyledir belki, bilmiyorum. Elime doğmuş, yüzümü hatırlaması artık zor bir çocuğa bunu anlatıp anlatamayacağımı da bilmiyorum. Hem neyi anlatacağımı da. Annesinin öleceğini mi. İlişkilerin başladığı gibi gitmediğini mi. İnsanın neden ve nasıl âşık olduğunu mu.
Ceyda yapabilirdi.
Kadehleri tazeledim.
Sesinin tınısı tuhaf. Kıt kanaat yabancı diliyle turiste laf anlatan biri gibi, kendini duymuyor sanki konuşurken. Adamı anlatıyor. İsmi yok. Biçimsel bir ayrıntı da yok anlattıklarında ama zihnimde zorlanmadan çizebiliyorum onu. Belirginleştikçe resim hoşuma gitmiyor.
Öksürmeye başladı. Su verdim. Bir eli bardakta, öbürüyle elimi tuttu.
“En zoru Selim’le konuşma faslıydı. Biliyor musun, giderken bütün adamlar birbirine benziyor.”
Biliyorum. Fırsatını bulduğunda aslına rücu eden adamın bütün günahlarının elverişli bir mağduriyet hikâyesiyle