Aşk başka yerde. Elif Usman

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Aşk başka yerde - Elif Usman страница 16

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Aşk başka yerde - Elif Usman

Скачать книгу

Onun gözlerinde henüz yok olmamış geleceğini gördü. Kaybolmamış umutlarını gördü. Bir de aşkı gördü… Henüz ölmemiş aşkını, onun insanın içini ısıtan alevini gördü. Etrafındaki her şeyi ve herkesi, ama en çok da kendisini yakıp kül eden nefreti ise göremedi. Yoktu. Henüz orada değildi.

      Kalkmak için gençliğinin elini tuttu. Tutar tutmaz da gençliği o oldu. Genç Cavidan, yaşlı Cavidan’ın içine girdi, onunla bir oldu. Cavidan Hanım büyülenmişçesine baktı yirmi yaşındaki ellerine. Sonra başını kaldırdı. Zaman denen canavarın az önce yansıdığı aynaya çevirdi gözlerini. Aynada yirmi yaşındaki yüzünü gördü. İnanmakta zorlanarak ellerini yüzüne götürdü; gerçek olup olmadığını anlamak istercesine kırışmamış tenine, büzüşmemiş dudaklarına, beyazlaşmamış saçlarına dokundu. Gerçekti, gerçek gibiydi…

      İçinde zavallı bir mutluluk hissetti, yüzüne zavallı mutluluğunun tebessümü yayıldı. Yirmi yaşındaki bacaklarının canlılığıyla yürüdü, banyodan çıktı. Sanki görünmez bir güç tarafından yönlendiriliyormuş gibi nereye gittiğini bilmeden ve düşünmeden merdivenleri çıktı. Yirmi yaşındaki ayakları onu çatı katındaki, yıllardır kilitli duran ve yaşlı Cavidan’ın otuz küsur senedir adımını atmadığı odanın kapısına götürdü. Görünmez güç kapıyı açtı, sonra da Cavidan’ı içeri itti.

      Üçgen şeklindeki, küçük, kirli çatı penceresinden içeri güçlükle sızmayı başaran zayıf ışıkla hafifçe aydınlanan loş odayı zamanın tozu doldurmuştu. Cavidan, odanın zamanın tozuyla ağırlaşmış havası içinde uyurgezer gibi ilerlerken, kendini suyun içinde süzülüyormuş gibi hissetti. Görünmez güç tarafından esir alınmış beyni uyuşmuştu. Hiçbir şey düşünmüyordu. Sadece kimliği belirsiz efendisinin talimatlarına uyuyordu. “Sandık,” diye fısıldıyordu efendisi, “Sandığı aç.” Efendinin hangi sandıktan bahsettiğini düşünmeden biliyordu Cavidan’ın aklı. Çatı katı odasında, çürümeye terk edilmiş eşyaların arasında duran, yıllardır görmediği sandığı nasıl daha dün eliyle koymuş gibi bulduğunu bilmiyordu ama.

      “Sandığı aç.”

      Emre sorgusuz sualsiz itaat eden Cavidan’ın yirmi yaşındaki elleri, sandığın ağır kapağını kaldırdı. Kapakla beraber kalkan toz bulutu bir an için gözlerinin görmesini engelledi. Bulutun dağılmasını çabuklaştırmak için elleriyle sabırsız bir haraket yaptı. Gerçekten de işe yaradı bu. Toz bulutu dağıldı ve işte o zaman, sandığın içinde özenli bir biçimde katlanmış duran gelinliği gördü Cavidan . Rum bir terzinin, Avrupa’dan özel olarak getirtilmiş pahalı kumaştan, Cavidan’ın tam üstüne göre diktiği gelinliği…

      Sandığın başında çömelmiş, öylece bakakaldı Cavidan. Sonra, bir kere bile giymek nasip olmadan o sandığın içine gömülen, havasızlığın ve yılların sararttığı gelinliğini mezarından çıkardı. Elinde gelinlikle doğruldu. Hâlâ çıplak olan bedenine gelinliği giydirdi. Gözlerini çatı katının içinde gezdirdi. Üzeri tamamen tozla kaplanmış, kırık bir ayna gördü. Geçti aynanın karşısına, iki parçaya bölünmüş ve tozların ardından hayal meyal seçilebilen yansımasına baktı. Kendisiyle yansıması arasındaki tozu silmek aklına bile gelmedi. Zaten bir şeyin eksik olduğunu fark etmek için kırık ve tozlu bir aynaya da ihtiyacı yoktu.

      Sandığın başına dönüp eksik parçayı aradı, bulamadı. Geniş çatı katı odasının içinde dört dönmeye başladı. Eski eşyaların ve havada uçuşan tozun arasında bembeyaz bir hayalet gibi dolanıyor, anlamsız bir panik içinde aklına gelen her köşeye bakıyordu. Neyse ki gölgesi gibi peşinden ayrılmayan görünmez güç ona yardım etti de, aradığını aniden ayaklarının dibinde buluverdi. Eğildi, Fransız dantelinden yapılmış uzun duvağı yerden aldı. Kırık ve tozlu aynanın karşısına tekrar geçip duvağını başına taktı. Yüzüne geniş, mutlu bir tebessüm yayıldı. Aynaya bakıyor ama aynadaki tozların ardından görünen zavallı gerçeği değil, hayalindeki resmi görüyordu. Ne güzel bir gelin olmuştu… İhsan da çok beğenecekti onu. Beğenecekti, değil mi? Evet, evet mutlaka beğenecekti. Hatta büyülenecekti ona bakarken. O güzel gülümseyişiyle gülümseyecekti. “Güzel gelinim benim,” diyecekti. Nikâhlarının kıyılıp düğünün sona ermesini, odalarına çekilmelerini, baş başa kalmalarını sabırsızlıkla bekleyecekti. Bir an evvel o anın gelmesini isteyecekti. O an geldiğinde de oda kapısını kilitleyecek, sonra dönüp o çapkın bakışıyla ona bakacak, sonra usulca yaklaşıp onu güçlü kollarının arasına alacak, sonra “Meleğim, çiçeğim, karıcığım” diye fısıldayarak onu bağrına basacak, sonra dudaklarını dudaklarına bastıracak ve bir daha da ayırmayacaktı…

      Sanki bütün bunlar gerçekten olmuşçasına mutluluktan ağlıyordu Cavidan. Hiçbir hayal, İhsan’ın karısı olma hayalinden daha mutlu edemezdi onu. İhsan’ın kollarında uyumak ve İhsan’ın kollarında uyanmaktan daha güzel bir hayal düşünemezdi… Aşktan daha büyük bir hayal yoktu dünyada. Daha büyük bir umut yoktu… Daha büyük bir mutluluk yoktu…

      Ama…

      Daha büyük bir acı da yoktu… Daha büyük bir pişmanlık da yoktu… Daha büyük bir yara da yoktu… Daha büyük bir ölüm de yoktu…

      Aşktan daha büyük, daha güçlü, daha gaddar bir katil yoktu dünyada.

      Kırık ve tozlu bir aynada iki parçaya ayrılmış belli belirsiz hayali; yüz yıllık bir yaşlanmışlığın esir aldığı, çökmüş bedeni üzerinden dökülen sararmış gelinliği; bembeyaz olmuş seyrek saçlarının üzerine oturtulmuş, güvelerin delik deşik ettiği duvağı ve kırış kırış yüzünde, feri kaçmış gözlerinde, buruşmuş dudaklarında parlayan zavallı mutlu gülümseyişiyle Cavidan, işte bu katilin kurbanlarından biriydi sadece. Ama ne yazık ki… Ve ama iyi ki de, göremiyordu kendini. Gerçek dünyadan kaçmak için delirmiş aklının ona sunduğu bir avuntuya, yirmi yaşındaki gençliğine sığınmıştı. Yirmi yaşındaki gençliği olmuş, umudun ve masumiyetin yaşadığı zamanlara dönmüştü. Tüm görebildiği de buydu işte. Hayal dünyasının çiçekleri ve böcekleriydi tüm görebildiği. Ne kadar güzel ve ne kadar korkunç olurlarsa olsunlar, gerçek dünyanın solan çiçekleri ve zararsız böceklerinden iyiydiler onlar. Çünkü gerçek değillerdi ama gerçek gibiydiler. Bu yüzden de gerçekten daha büyülü, gerçekten daha doyurucuydular. Gerçekse acıklıydı. Acıklı ve acınası… Ve Cavidan kadar çirkin…

      Birden Cavidan’ın zavallı mutlu tebessümünü donduran bir ses doldu odanın içine. Uzaklardan, dışarıdan, çiftlik evinin karşısındaki tarlalardan gelen bir ses… Türkü söyleyen genç bir erkek sesi… Cavidan irkildi. Onun sesiydi bu… İhsan’ın sesi. İki kekliğin türküsünü söylüyordu yine. Demek ırgatlar öğle paydosu vermiş, bol yağlı bulgur pilavı ve bayat ekmekten ibaret öğle yemeklerini yemiş, tütünlerini içiyorlardı. İhsan hep tütün sararken türkü söylerdi. Hep de iki kekliğin türküsünü söylerdi. Sesi çok güzeldi. Diğer ırgatlar bayılırlardı İhsan’ı dinlemeye. Tarladaki uzun çalışma saatlerinin tek eğlencesiydi bu. İhsan’ın söylediği türkülerle, birkaç dakikalığına olsun kaçabiliyorlardı geçim derdinden ve ulaşılamayan hayallerden ibaret gerçek dünyalarından.

      Elli küsur yaşındaki Cavidan, tıpkı yirmi yaşındaki Cavidan gibi, İhsan’ın sesini duyar duymaz pencereye koştu. Kirli pencerenin ardından, uzakta görünen tarlalara doğru baktı. Orada İhsan’ı gördü. Küçücüktü İhsan, nokta kadardı. Yüzü gözü seçilmiyordu. Olsun,

Скачать книгу