Fülfül büyüsü. Ece İrem Dinç

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Fülfül büyüsü - Ece İrem Dinç страница 8

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Fülfül büyüsü - Ece İrem Dinç

Скачать книгу

Öyle ki en fazla rıhtıma çarpan bir gemi gibi huzursuzluğunun kıyısına çakılıp kalıyor, bazen de yıllanmış bir iskele gibi kendi kendine gıcırdayıp acı içinde inliyordu. Öte yandan Mihran öyle sanıyordu ki ölüm, tam da buna benzer bir şeydi. Çünkü ölüm, dışarıdan değil içeriden geliyordu ve bazen de insan, ölümün huzurunda secde etmeye, bir uçurum kıyısını kendine kıble edinmeye razı gelecek kadar yaşamak hevesini yitiriyordu. Sanki hayat, lime lime edilmiş et ve ter kokan kirli bir pavyon perdesinin ardına gizleniyor ve insan, onun aslını göremedikçe ölüme daha da yaklaştığı hissine kapılıyordu. Belki de bu yüzden Mihran’a göre her şeyin başı huzurdu, çünkü huzur yoksa hayat da yoktu ve huzurun bittiği yerde şüphesiz ki yaşam da son buluyordu.

      Dışarıdan gelip de bütün gün başını şişiren o iğrenç uğultular dindiğinde çaresizce sıcak kahvesine ve kitaplarına sığınıyor, hiç değilse huzursuzluğunu bu yolla biraz olsun hafifletebilmeyi umuyordu. Yine de bazen öyle anlar geliyordu ki hayatın o gündelik rutinini var gücüyle tekmeleyerek yere sermek ve kendini ait olduğu dünyadan tümüyle koparıp bambaşka bir insana dönüştürmek istiyordu. Tabii bu iş sandığı kadar kolay değildi. “Değişmek” ve “dönüşmek” sözcükleri birbirlerine eklenerek çoğalan, mana içre manalar çizerek büyüyen kadim birer yol arkadaşı gibiydiler. Durmak nedir bilmezlerdi. Sanki her daim dönmek üzere yaratılmış bir çıkrık kralının iki ezeli kölesi gibi durmaksızın hareket hâlindeydiler. Mükemmel bir işleyişleri ve fazla hassas bir nizamları vardı. Hâlbuki insan denen mahlûkat bunu yeterince iyi bilmez, değişmeyi ve dahi dönüşmeyi, işemek kadar kolay ve kendiliğinden oluveren basit bir eylem zannederdi. Mesela değişmek için evvela dönüşmek lazımdı. Anlamca birbirlerine fazlasıyla yakın olan bu iki sözcüğün arasında incecik bir çizgi vardı ve başka bir biçime bürünmek yahut bambaşka bir duruma tahavvül etmek için öncelikle var olan biçimi bütünüyle bozmak, süregelen tüm alışkanlıkları bir kalemde silip atmak gerekirdi. Çünkü değişmek için evvela dönüşmeye hazır olmak lazımdı.

      Bir sigara yakıp, yasaklı kitaplar rafında yarı aralık duran Medar-ı Maişet Motoru’nu eline aldı. Nasıl ki bazı insanlar büyük bir ilgiyle saat, pipo, pul, eski para, kartpostal, madalya ve benzeri şeylerin koleksiyonunu yapıyorlarsa, Mihran da bir vakitler yasaklanmış ve daha sonradan her nasıl olduysa yeniden basıma girmesine müsaade verilmiş olan kitapların koleksiyonunu yapardı. Medar-ı Maişet Motoru da o kitaplardan bir tanesi ve belki de içlerinden en çok sevdiğiydi. Tuhaf bir aşkla bağlıydı bu kitaba. Kitabın kapağında yazan Birtakım İnsanlar adını katî suretle ağzına almaz, bu isimle yayınlanmış hiçbir baskıya elini dahi sürmezdi. Sanki Sait Faik’in Berber Kir Dimitro’suna ve o berber dükkânının kapısını aralayan Ali Rıza Bey’ine ayıp olacakmış gibi gelir, yazarın ilk basımda kullandığı isimden ötesini kabullenmek istemezdi, zira sonradan basılan tüm kopyaların Medar-ı Maişet Motoru’nun yalınkat bir özeti olduğuna inanırdı. Bir vakitlerin bu güzel yürekli avaresi, küfürbaz şairi, müflis taciri, bir türlü hamdolsun diyemeyen rantiyesi ve tüm balıkçıların daimi babası olan çakır gözlü yazar, Mihran için yakın bir ahbap, kadim bir dost gibiydi. Ne vakit keyfine bir rakı açacak olsa, o vakit Sait Faik’i de masasına davet eder, onunla içten içe koyu bir sohbete dalardı. Uzaktan bakıldığında fazlasıyla şizofrenik gibi görünebilen bu durum, Mihran için keyifli bir oyundan ibaretti özünde. Kimi zaman kendi sesinden konuşarak karşısındaki bu efham üstada hayat ve edebiyat hakkında çeşit çeşit sorular sorardı, kimi zaman da sesini kalınlaştırıp, yüzünü buruşturarak Sait Faik rolüne bürünür, karşısında oturan bu pek acemi ve meraklı gence bin bir türlü öğüt verirdi. “Para,” derdi mesela, gırtlaktan gelen kalın ve yaralı bir sesle. “Para, adamı ahlaksız ediyor azizim! Karnı doyunca insanın kötü huyları da meydana çıkıyor.” Kendi ağzından dökülen bu cümleleri gülümseyerek dinlerdi Mihran. Sonra başını yeniden hayali üstattan tarafa çevirir, rakı kadehini havaya kaldırarak sorardı, “Pekâlâ üstat, şu çirkin görünüşüm hakkında ne düşünüyorsun bakalım? Görüyorsun ya, Tanrı’nın yarattığı en çirkin mahlûklardan biriyim, aynalardan nefret ediyorum. Ne ruhum bedenime yakışıyor, ne de bedenim ruhuma uyum sağlayabiliyor. Var mıdır sence bunun bir hâl çaresi?” Soruyu sorduktan sonra bir müddet susar, ardından da içindeki Mihran’ı bir kenara bırakarak rakısından koca bir yudum alır ve hızla Sait Faik rolüne zıplardı. “Hem ben çirkin miyim sevgilim!” diye haykırırdı aynı kalın ve yaralı sesle. “Ben de insanoğluyum. Bu, senin beni bir sevmene bakar. Bak o zaman nasıl düzeliyor burnum, gözlerim mahmurlaşıyor, küt parmaklarım incelip sanatkâr parmağı oluyor, dişlerim incileşiyor…”

      Her daim sahici ve güvenilir bir dosttu Sait Faik. Onun dostluğu Mihran’ın tepeleme bir yalnızlıkla doldurduğu dünyasının içinde bir nefes, bir dem huzur demekti. Mihran “Şiir,” derdi, Sait Faik ise “Şiir olmayan yerde insan sevgisi de olmaz azizim. Şiir, insanı insana yaklaştıran şeydir, aman ha unutmayasın bunu!” diye sıkı sıkıya tembihlerdi. Mihran “Peki ya sevmek?” diye sorardı, Sait Faik “Sevmek ciddi bir meseledir mirim. Çünkü bir insanı sevmekle başlar her şey,” diye yanıt verirdi. O vakit, “İnsan?” derdi Mihran, bunu söylerken gözlerini öfkeyle kısar, dudaklarını sıkıntıyla dişlerdi. Sait Faik ise karşısındaki gencin sözlerine vuran toyluğuna vakur bir tebessümle karşılık verir, elini onun çelimsiz omzuna atarak “İnsan,” diye mırıldanırdı. “İnsansız hiçbir şeyin güzelliği yok ki… Her şey onun sayesinde, onunla güzel. Bu dakikada, bugünün güzelliği, gökte ay, uzakta güneşin bir billûr bahçe gibi pırıltısı hiçbir şey değil. Bütün bunlar içinde insan olmadan tıpkı kötü birer resim gibi…”

      Medar-ı Maişet Motoru’nu raftaki yerine geri bırakıp, kendine bir fincan kahve daha hazırladı. Çalışma masasının üzerine saçılmış kâğıt tomarlarının yanına gelince içlerinden rastgele bir sayfa çekip çıkardı. Gözyaşının İntiharı diye not düşmüştü elindeki sayfanın sol üst köşesine. İki yıldır gece gündüz üzerinde çalıştığı bu kitabın her bölümünde bir başka şairin intiharını anlatıyor, her bölümün sonunda kafasını duvara vurarak kendini öldürmeye çalışan tutsak bir balina gibi ruhunun acı içinde kıvrandığını hissediyordu. Bir insanın intiharını yazmak kolay iş değildi ama Mihran, çektiği acıya rağmen gene de bu intihar meselesini hiç değilse yazarak tecrübe ediyor olmaktan tuhaf bir haz duyuyordu. Bir insanın kendini öldürmek istemesi acaba sahiden de içten gelen bir dürtüden mi ibaretti, yoksa daha matematiksel bir hesabın sonucunda varılan bir hakikatin iradesinde gelişen bir düşünce miydi? Sebebini bir türlü kestiremiyor ve her iki olasılık üzerinde de gidip gidip geliyordu. Kimi zaman intiharın, anneden kıza ya da babadan oğula devreden bir aile yadigârı olduğunu düşünürdü. Kendi canına başarıyla kıymaktan takdirnâmeli olan anne ve babaların çocukları da bu kötü geleneği ısrarla sürdürmek isterdi bazen. Bu gibi hikâyelerle pek çok kitapta rastlaşmıştı. İntiharın da tıpkı zümrüt bir yüzük, antika bir saat, altın bir vazo misali kuşaktan kuşağa aktarılabilen bir miras olduğunu okumuş hatta işitmişti. Demek ki ölüm, bazı insanları dev bir mıknatıs gibi kendine çekiyordu ve intihar da sanki özü bozuk bir kromozom, kusurlu bir gen ve kalıtsal bir hastalık sonucu ortaya çıkan alışıldık bir aksilik gibi devam edip gidiyordu nesilden nesile, aynı ailenin içinde, aynı soyun fertlerini yiye yiye.

      Gözyaşının İntiharı adını verdiği bu bölümde, 1930 yılında intihar eden ve bir dönem şiirleriyle Lenin’in bile dikkatini çekebilmiş devrimci şair Vladimiroviç Mayakovski’nin ölümünü kaleme almıştı ve yazması gereken üç bölüm daha vardı şimdi. Son noktayı koyup da romanını yayınevine götürdüğü vakit yine aynı ret cevabıyla

Скачать книгу