Truva. Andrew Lang
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Truva - Andrew Lang страница 5
“Peleus oğlu Akhilleus! Aradığım sensin,” dedi Ulysses. “Akaların lideri sen olacaksın.” O zamanlarda Yunanlar kendilerine Akalar derdi. Bu sözcükleri duymak Akhilleus’un çok hoşuna gitmişti çünkü kızların arasında yaşamaktan çok bunalmıştı. Ulysses diğer liderlerin şarap içtiği salona kadar ona eşlik etti. Akhilleus utanmış, bir kız çocuğu gibi kızarmıştı.
“İşte karşınızda, Amazonların Kraliçesi!” diye takdim etti Ulysses savaşçı kadın Amazonlara gönderme yaparak. “Ya da kısaca Peleus oğlu Akhilleus. İşte eline bir kılıç da aldı.” Sonra herkes Akhilleus’un elini sıktı, onu aralarına aldılar. Erkek kıyafetleri giymiş, eline kılıcını almıştı. On gemiyle birlikte onu hemen evine gönderdiler. Annesi, deniz tanrıçası Thetis onun ardından çok ağlamıştı. “Oğlum, burada benimle uzun, güzel ve huzurlu bir yaşam sürme şansın olabilirdi ya da savaş kısa sürede sona erebilir ve ebedi şanına ulaşabilirdin. Buraya savaşmak için geldiysen eğer seni tekrar görmemiş olmayı dilerdim,” dedi Thetis. Ancak Akhilleus genç yaşta ölmeyi, dünya döndüğü sürece ününü elde etmeyi seçmişti. Bu yüzden babası ona elli gemi verdi; Akhilleus’tan daha büyük olan ve sonradan arkadaş olacağı Patroklus’la ona tavsiyede bulunması için Phoenix adındaki yaşlı adamı yanında görevlendirdi. Annesi ise tanrının kendi babası için yaptığı şanlı zırhla hiç kimsenin kaldırmaya bile yeltenmediği kül renkli, ağır mızrağı ona hediye etti. Prensi bulduğu için Ulysses’e övgülerini ve teşekkürlerini sunan Aka ordusuna katılmak için Akhilleus gemi yolculuğuna başladı. Savaşçıların en acımasızı, en hızlısıydı Akhilleus. Efendi biriydi, kadınlara ve çocuklara karşı nazikti. Gururlu ve iyi kalpli olsa da tepesi attığında yanına hiç yaklaşılmazdı.
Eğer Truva şehrindeki erkekler Helen’i saklamak için savaşmamış olsaydı Truvalıların Yunanlara karşı hiçbir şansı olmazdı. Ancak farklı diller konuşan, hem Avrupa’dan hem de Asya’dan savaşmak için gelen müttefikleri kendi saflarına çekmişlerdi. Yunan tarafında olduğu gibi Truva tarafında da kıyı sınırında yaşayan insanlara Pelasglar denirdi. Akhilleus’un evinden daha kuzeyde, dar denizin bir nehir misali aktığı Çanakkale Boğazı’nın çevresinde yaşayan Trakyalılar, Sarpedon ve Glaucus’un yönettiği Likya savaşçıları, farklı bir dil konuşan Karyalılar, Misyalılar ve gümüşün doğum yeri denen Alybe’li halk ve diğer pek çok halk ordularını gönderdi ve böylece bir tarafta Doğu Avrupa’nın diğer tarafta Batı Anadolu’nun olduğu bir savaş doğdu. Mısır’dan kimse savaşa katılmadı: Danimarkalılar İngiltere’yi işgal ederken Yunan ve İngiliz adaları halkı, Mısır gemilerinden inip Mısır halkına sardırırdı. Eski Mısır resimlerinde başlarına boynuzlu miğfer geçiren bu adaların savaşçılarını görebilirsiniz.
Şimdilerde söylendiği gibi Truvalı askerlerin ana kumandanı Priam’ın oğlu Hektor’du. Herhangi bir Yunanla eş düzeyde görülen cesur ve iyi bir savaşçıydı. Erkek kardeşleri de aynı zamanda askeri liderdi ama Paris uzak mesafeden ok ve yayla savaşa katılmayı seçmişti. İda dağının eteklerinde yaşayan Pandarus ile Paris, Truva ordusundaki en iyi okçulardı. Bu iki prens genellikle birbirlerine fırlattıkları ağır mızraklarla ve kılıçlarla savaşır, böylece bronz zırh giymeyen sıradan askerlerin ok kullanmalarına imkân tanırlardı. Akalar içerisindeki en iyi okçular da Teucer, Meriones ve Ulysses’ti. Dardanyalılar adlı halk, Aenas tarafından yönetilmekteydi. Aenas’ın en güzel tanrıçalardan birinin oğlu olduğu söylenirdi. Sarpedon ve Glaucus ile birlikte These, Truva için savaşmış en ünlü savaşçılardandı.
Bir tepe üzerine kurulu Truva güçlü bir şehirdi, arkasında İda dağı uzanıyordu. Şehrin ön tarafında deniz kıyısına dik inen düz bir arazi bulunuyordu. Arazi üzerinde güzel ve berrak iki nehir akmaktaydı. İki dik tümsek olarak göreceğiniz nehirler bir o yana bir bu yana saçılmıştı ancak aslında uzun zaman önce ölen savaşçıların küllerinin oluşturduğu tepeciklerden ibaretti. Bu tepeciklere, Yunan donanmasının yaklaşması ihtimaline karşılık gözcüler yerleştirilmişti, Truvalılar donanmanın yolda olduğunu böylece anlayacaktı. En sonunda donanma görüldüğünde gemilerle dolup taşan deniz kararmış ve kürekçiler karaya ilk yanaşma onurunu elde etmek için var gücüyle küreklere asılmıştı. İlk olarak Prens Protesilaos’un gemisi karaya ulaşınca yarış sona erdi ancak prens tam gemiden atlarken Paris’in oku kalbine isabet etti. Truvalılar açısından bu iyiye işaretti. Yunanlar içinse uğursuzluktu.
Yunanlar tüm gemilerini sahile yanaştırdı ve askerler kulübelerini gemilerin tam önüne kurdular. Bu yüzden gemilerin önünde uzun bir kulübe sırası olmuştu ve Truva kuşatmasının sürdüğü on yıl boyunca Yunanlar bu kulübelerde yaşadı. O günlerde bir kuşatmanın nasıl idare edilmesi gerektiğini tam olarak anlamamışlardı. Yunanların kuleler inşa edip Truva’nın çevresine hendekler kazmasını, kulelerden de yolları gözetlemesini beklerdiniz. Böylelikle içeriye erzak temin edilmesinin önüne geçilirdi. Buna bir şehre “yatırım yapmak” denir ancak Yunanlar Truva’ya hiçbir zaman yatırım yapmamıştır. Belki de yeteri kadar askeri güce sahip değillerdi. Dışarıdan şehre ulaşmak daima mümkün olmuştur ve savaşçılar, kadınlarla çocukların yiyeceği sığırlar şehre rahatlıkla girmiştir.
Dahası, Yunanlar uzun bir süre ne şehrin kapılarını açmak için zorlamış ne de çok yüksek duvarlarını merdivenle aşmaya çalışmıştı. Diğer tarafta Truvalılar ve onların müttefikleri ise hiçbir zaman Yunanları denize çekmeye çalışmamış, genellikle ya duvarların içinde beklemiş ya da duvarların hemen yanı başında düşmanla çarpışmıştı. Yunanlara saldırıp onların karargâhlarını yerle bir etmek isteyen Hektor’un aksine yaşlılar böyle savaşmak konusunda ısrar etmişti. İki tarafın da ileride Romalıların kullanacağı ağır taşları fırlatan makineleri yoktu. Yunanların yaptığı en büyük hareket Akhilleus’u takip etmek, komşudaki küçük şehirleri ele geçirip kadınları köle olarak almak ve büyükbaş hayvanların şehre girişini engellemekti. Gemilerle gelen Fenikelilerden erzak ve şarap satın aldılar. Böylece Fenikeliler savaştan büyük kâr elde ettiler.
Savaş başladıktan sonra geçen on yılda büyük kayıplar yaşanmamış, neredeyse hiçbir komutan hayatını kaybetmemişti. Gittikçe daha azı Yunanlara karşı saldırıya geçiyor ve Yunanların ölülerini yaktığı odun parçalarından tüm gece sahil yanıyordu. Yanan bedenden kalan kemikleri toprağın alt katmanlarına gömerlerdi. Bu katmanların birçoğu hâlâ Truva bölgesinde görülebilir. Veba, on gün boyunca devam edip bütün şiddetini gösterince Akhilleus Tanrıların neye kızdığını anlamak için ordudaki meclisi topladı. Meclistekiler, Tanrı Apollon’un (Truva’yı destekliyordu) gümüş yayı ile onlara görünmez oklar fırlatıyor olabileceğini düşündüler. Oysa asıl neden, ordudaki bazı grupların kötü koşullardan ve pis içme suyundan etkilenmesiydi. Yüksek güneş ışınları da hastalığa sebebiyet vermiş olabilirdi; ancak bu hikâyeyi sanki Yunanlar anlatıyormuş gibi devam etmeliyiz. Böylece Akhilleus mecliste söz aldı, bazı kâhinlere Apollon’un neye kızdığını sorulmasını teklif etti. Kâhinlerin başı Kalkhas ayağa kalktı ve gerçeği tek bir şartla söyleyeceğini belirtti. Eğer gerçeği öğrenince rahatsız olan prenslerin öfkesinden Akhilleus onu korursa, kehaneti söyleyecekti.
Akhilleus kâhinin ne demeye çalıştığını iyi biliyordu. On gün önce Apollon’un rahibi karargâha gelmişti. Kâhin, Akhilleus küçük bir şehri ele geçirdiğinde diğer