Diyet. Омер Сейфеддин

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Diyet - Омер Сейфеддин страница 3

Жанр:
Серия:
Издательство:
Diyet - Омер Сейфеддин

Скачать книгу

Zaten daha ne kadar yaşar ki… O ölünce yine sen hür kalır, bize kılıç yaparsın. Haydi, düşünme usta, düşünme!” diyorlardı.

***

      Hacı kasap, kesilecek kolun diyetini hâkime saydığı gün Koca Ali’yi arkasına taktı. Dükkâna getirdi. Bu adam gayet titiz, gayet huysuz, gayet berbat bir ihtiyardı. Hiç durmadan dır dır söylenirdi. Hasisliğinden şimdiye kadar bir hizmetçi, bir çırak tutamamıştı. Koca Ali’yi eline geçirince hemen dükkânının köşesine bir set yerleştirdi. Üstüne bir şilte koydu. Geçti, oraya oturdu. Her şeyi ona yaptırmaya başladı. Ama her şeyi… Sabah namazından beş saat evvel şehirden iki saat ötedeki mandırasından o gün satılacak koyunları ona getirtiyor, ona kestiriyor, ona yüzdürüyor, ona parçalattırıyor, ona sattırıyor… Ta akşam namazına kadar durmadan emirler veriyordu. Zavallıya verdiği yalnız bulgur çorbasıydı. Bazen kendi artıklarını köpeğe verir gibi önüne atardı. Geceleri dükkânı baştan aşağı yıkatıyor, uykuya yatırmadan ertesi sabah için koyun getirmek üzere mandırasına yolluyordu. Odununu bile ormandan ona kestiriyor, suyunu ona taşıtıyor, her işini ona gördürüyordu. Hatta evinin bahçesindeki lağım kuyusunu bile ona ayıklattı.

      Koca Ali, sade suya bulgur çorbasıyla bu kadar zahmete yıllarca göğüs gerebilecekti. Fakat hacı kasabın ikide bir:

      “Ulan Ali!.. Kolunun diyetini ben verdim. Yoksa çolak kalacaktın.” diye yaptığı iyiliği tekrarlamasını çekemiyordu.

      Bir gün, iki gün, üç gün dişini sıktı. Durmadan çalıştı. Gece uyumadı. Gündüz koştu. Efendisinin karşısında el pençe divan durdu. Yine:

      “Kolunun diyetini ben verdim.”

      “Yoksa çolak kalacaktın ha…”

      “Benim sayemde kolun var.”

      Hacı kasap âdeta bu sözleri “aferin” tarzında diline pelesenk etmişti. Her emrinin icrasından sonra kır sakallı, çirkin, sıska suratını ekşiterek mavi çukur gözleriyle onu tepeden tırnağa süzer, “Aklında tut, benim esirimsin!” der gibi verdiği diyeti hatırlatırdı. Koca Ali susar, kalbinin yırtıldığını, göğsüne sıcak sıcak bir şeyler yayıldığını, kilitlenen çenesinin çatırdadığını, şakaklarının attığını duyardı. Geceleri uyuyamıyor, gündüzleri uğraşırken, mandıraya gidip gelirken, salhanede koyunları yüzerken, müşterilere et keserken Ne yapacağım, ne yapacağım? diye düşünüyor, hiçbir şeye karar veremiyordu. Dünyada kimseye eyvallah etmeyerek kanaatle, gururunun saadeti içinde yaşamak isterken başına gelen bu bela neydi?

      Kaçmayı namusuna yediremiyordu.

      İşte o vakit sahiden hırsızlık etmiş olacaktı.

      Fakat bu herifin ikide bir de bu yaptığını başa kakmasına tahammül… Ölümden pek güç, ölümden pek acı, ölümden pek ağırdı…

***

      Hacı kasaba köle olduğunun tam haftasıydı. Günlerden cumaydı. Yine erkenden mandıraya gitmiş, koyunları getirmiş, salhanede yüzmüş, dükkândaki çengellere asmıştı. Tezgâhın solundaki büyük, yağlı, siyah taşta satırları biliyor, yine, Ne yapacağım, ne yapacağım? diye düşünüyor, dudaklarını ısırıyordu. Daha efendisi gelmemişti. Satırları bitirince büyük bıçakları bilemeye başladı. Ne yapacağım, ne yapacağım? hülyasına öyle dalmıştı ki… Kasabın geldiğini duymadı. Ansızın, uğursuzun boğuk sesi yüreğini ağzına getirdi:

      “Ne yapıyorsun be?”

      Döndü. Efendisi köşesine oturmuş, çubuğunu tüttürüyordu.

      “Bıçakları biliyorum.” dedi.

      “Hay tembel, miskin hay… Sabahtan beri ne yaptın?”

      Cevap vermedi. Kapakları çürümüş, bu küçük, bu hain, bu yılan gözlere baktı, baktı… İhtiyar beklemediği bu acı bakışa kızdı. Sordu:

      “Ne yapıyorsun?”

      Koca Ali sesini çıkarmıyor, bir hafta içinde belki beş senelik hizmetini durup dinlenmeden gördüğü hâlde kendini yine “tembel, miskin” diye tahkir etmeye sıkılmayan bu kötü insanı ezici bir bakışla süzüyordu. Yine kalbi yırtılır gibi oluyor, göğsüne sıcak bir şeyler yayılıyor, çenesi kilitleniyor, şakakları zonkluyordu. Bir anda bu titreme durdu. Koca Ali gözlerini açtı. Bir hafta buna nasıl tahammül etmişti? Şaşırdı. Hacı kasap, çubuğu yanına bıraktı. Hizmetçisinin bu ağır bakışından kurtuluvermiş gibi dırlandı:

      “Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba!” dedi, “Ben olmasam şimdi çolak dolaşacaktın…”

      Koca Ali yine cevap vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı. Sonra birden sarardı. Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü kaptı. Sıvalı kolunu yüksek kıyma kütüğünün üstüne koydu. Kaldırdığı ağır satırı öyle bir indirdi ki… O anda kopan kolunu tuttu. Gördüğü şeyin dehşetinden gözleri dışarı fırlayan hacı kasabın önüne:

      “Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi!” diye hızla fırlattı. Sonra esvabının kolsuz kalan yenini sıkı bir düğüm yaptı. Dükkândan çıktı.

      Onun vaktiyle geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de şehirde kimse öğrenemedi.

      BEYAZ LÂLE

Vatani Hikâye

      Bedbaht Rumeli Müslümanlarına

      Hudutta bozulan ordu iki günden beri Serez’den geçiyordu. Hava serin ve güzeldi. Ilık bir sonbahar güneşi; tarlaları, üzerinde henüz taze ve korkak izler duran geniş yolları parlatıyordu. Gelenler, gidenlere hiç benzemiyordu. Bunların hepsinin tıraşları uzamış, yüzleri pis ve kırmızı, esvapları parça parça idi. Dursalar düşeceklermiş gibi omuzlarındaki çamurlu tüfeklerin altında iki büklüm olmuş; yorgun ve perişan, ağır ağır yürüyorlardı. Bu, beklenilmeyen bozgun şehrin Hristiyanlarını sevinçten şaşırtmıştı. Erkekler köşe başlarında toplanıyorlar; kadınlar pencerelerden sarkarak kabahatli kabahatli geçen kümeleri gülümseyerek seyrediyorlar, bedava ve çok eğlenceli bir sinematograf keyfi duyuyorlardı. Rum çocukları, bu müthiş afacanlar beşikten beri ruhlarına akıtılan Türk düşmanlığını meydana vurmak için tam fırsatı bulmuşlardı.

      Ellerini burunlarına boru çalar gibi götürerek kümeler arasında geçit resmi yapıyorlar; eğleniyorlar ve onlardan biraz uzaklaşınca arkalarına dönerek, “Kopsi ha… Keranadis Türkos, okso, okso…” diye haykırıyorlardı…

      Askerin çekilmesi bitince nereden çıktıkları belli olmayan manliherli Bulgarlar, Türk mahallelerinde gezinmeye başladılar. Şehrin Rum ve Bulgar olmayan kısmı derin bir sükût içinde uyuyordu. Bütün perdeler inmişti. Kafeslerde heyecanlı gölgeler oynaşıyor, sararmış erkekler demirleri vurulmuş kapıların arkasında kalplerinin çarpıntısını dinler gibi bütün gün, bütün gece pinekliyorlardı.

      Bu sıkıcı, bu üzücü sükûn çok sürmedi. Ertesi gün, teşrinievvelin yirmi dördüncü sabahı tatlılarla, kızartılmış etlerle, köpüklü şaraplarla, mandolinlerle, gitarlarla, bayraklarla bekleyen Hristiyan istikbalcilerin arasından muzaffer Bulgar ordusu mızıka çalarak şehre girdi.

Скачать книгу