Çağlayanlar. Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Çağlayanlar - Ahmet Hikmet Müftüoğlu страница 6

Жанр:
Серия:
Издательство:
Çağlayanlar - Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Скачать книгу

veya cinayete sevk eder. Köylerde kadın yüzünden çıkan kavgaların sebeplerini görgüsüzlükte, alkolde aradığımız kadar musikimizin tesirinde de aramalıyız.”

      Doktorun bu iddiaları başta Pembe Hanım olduğu hâlde kemani, udi, tamburi beylerin cümlesini birden coşturdu. Artık itirazlar, techiller, istihzalar, hiddetler birbirini takip ediyordu.

      “Siz musikimizi bilmiyorsunuz.”

      “Birkaç gün Fransa’da kalmakla kendi vatanındaki güzellikleri görememek körlüktür, nankörlüktür.”

      “Garp musikisi sunidir, kalpten gelmez.”

      “Wagner bir koca davul, Beethoven bir boş tenekedir.”

      “Nihaventten pek güzel opera olur.”

      “Şark nağmelerinin inceliklerini piyano ihtiva edemez.”

      “Karcığardan çıkan mana da yeis midir?”

      Şimdiye kadar ancak fikrine sahip olanlarda görülen bir itidal ile sükût eden Pertev Bey: “Hayır.” dedi “Bizde raks da yoktur.” Bu inkâr, odadakileri yine harekete geçirdi. Demin gül koklayan zayıf efendi de işe karıştı:

      “Ah.” dedi. “Ah! Gülistan burada olmalıydı. O zaman sizde raksı, musikiyi inkâra mecal kalır mıydı?”

      Pembe Hanım da atıldı: “Ben sizin yerinizde olsam şimdi Gülistan’ı bulur, bu dinsiz doktoru imana getirmeyi ona bırakırdım.” diyordu. Karar verilmişti. Gülistan çağrılacaktı. Udi ve tamburi beyler bu işe memur oldular. Ve hemen paltolarını giyip çıktılar. Ev sahibi dava vekili Turgud Bey de bu sırada kolları arasındaki bir kucak elbiseyi ortaya bıraktı. Bunlar camadanları, dizlikleri, dolakları, sırmalı cepkenleri, hilali gömlekleri, pullu başlıkları, ipekli şalvarları, işleme pabuçları ile kadın erkek zeybek libasları idi. Bunları Aydınlı Yavuz Bey’le, Sirozlu Gülistan giyeceklerdi.

      Doktor Pertev Bey’e sordum:

      “Eski eserler araştırıp seyahatlerle tetebbular icra olunarak elde edilecek neticeleri fenne tatbik ederek musikimizi ıslah etmek mümkün değil midir?”

      “Hayır değildir. Bu tetebbularınızdan da bir şey çıkmayacaktır. Çünkü Türkler hiçbir vakit şahsi dehalarını gösterir ne bir hüner ne bir felsefe ne bir edebiyat ihdas etmişlerdir. Hep taklit ile vakit geçirmişlerdir. Bunun sebebi: Bunların hakiki dehaları durup düşünmekte değil, çarpınıp iş görmekte idi. Bunlar maddi ilerlemeden manevi yükselmeye vakit bulamamışlar. Turaniler her şeyden evvel askerdi. İslamiyet’ten önce teşekkül eden Türk cemaatleri de mahza harp uğrunda Asya’nın ücra bucaklarından toplanırlardı. Muharebe bitince göçebe uluslar, yörük oymaklar yine dağılırlardı. Cemiyetleri süreksizdi. Bu cihetle düşünceleri müttehid, fikirleri de sakin olmadığından ne musikiye ne edebiyata ne de mimariye dair şahsi ve temelli eserler bırakmışlardır.”

      Ev sahibi Turgud Bey fesini başından atarak bir avukat şiddeti, fesahatiyle cevap verdi:

      “Affedersiniz Doktor Bey; Fransa’nın birçok büyük şehrini gezdiniz değil mi? Acaba Anadolu’da, Türkistan’da seyyahat ettiniz mi?”

      “Hayır.”

      “Öyle ise Sivas’ta, Konya’da, Bursa’da, mimarlığa ait tetkikatta bulunanlara sorunuz. Oralardaki eski binaların manevi bir ruhu, bir başkalığı, fennî, hünervari bir kıymeti var mıdır, yok mudur? Emin olun ki Konya’daki Selçuki asarı bakiyesi Atina’nın Akropol harabelerine muadildir… Gülmeyiniz. Bunu Konya üzerine Almanca ve Fransızca yazılmış eserleri okur ve mahallinde tetkikatta bulunursanız anlarsınız.”

      “Bunlar altı yedi yüz senelik, binnisbe yeni şeylerdir. Ben daha eski zamanlara ait medeniyet izleri arıyorum.”

      “Bundan iki yıl evvel Sibirya’nın şark-ı cenubisinde Kâin Turfan Harabeleri’nde yapılan hafriyatta çıkan heykelleri görürseniz bunları ya Praksiteleslerin veya Fidyasların6 ellerinden çıkma zannedersiniz.”

      Bu anda doktorun yüzünde hasıl olan emniyetlik üzerine Turgud Bey kütüphanesine koştu; elinde birkaç resimli risale ile geri döndü. Herkes bir meraka düşmüş ve ev sahibinin başına üşüşmüştü. Doktor mütekebbir bir inatla: “Belki, olabilir; fakat bu kadarı kâfi mi?” diyordu ve ilave ediyordu:

      “Biz muhafazakâr adamlarız ve teceddüde düşmanız. Mesela din bahsi…”

      Bu korkunç başlangıç üzerine herkes, sinirleri daha gerilmiş, gözleri daha açılmış, yumrukları daha sıkılmış olduğu hâlde harekete gelmişti. Artık ut tombul karnıyla yerde bitap uzanmış, keman ince beliyle koltuğun bir kenarına yorgun dayanmış, tambur uzun boynunu melulane uzatarak bir köşeye serilmiş yatarken sıkıntıdan çatırtı ile kopan bir teli gerdanına sarılıvermişti. Zavallı Pembe Hanım ise çoktan esneyerek ortadan kaybolmuştu.

      “Mesela din bahsi: Evet Türkler müdafaa için kucakladıkları İslamiyet’i kırılmak bilmeyen bir cesaret, tereddüde uğramayan bir sadakatle müdafaa ettiler. Fakat bu hususta tenkide ve münakaşaya girişmediler, girişemediler, işte mesele burada… Halbuki Araplar Rafızilik, Mu’tezilik, Vehhabilik gibi münakaşa neticesinde mezhepler buldular. Halbuki İraniler Bahailik, Şiilik, Babilik gibi fırkalar ihdas eylediler. Biz hiç, hiç düşünmedik, aramadık, yorulmadık, üşendik, ne bulduksa ona kani, ne dedilerse ona razı olduk.”

      “Azizim Doktor, siz bunları bir kitapta okumuşa benziyorsunuz. Biraz kendiniz tetkikatta bulununuz. Aslen Türk olan Bedreddin Simavî ve Şeytankulu gibi ulemanın içtihatlarını veya Torlak Kemal gibi zevatın dinî felsefelerini, Bektaşiliği, Mevleviliği tetkik etmeliydiniz.”

      Havaiyat ile musiki ile başlayan bu meclis şimdi ciddi bir renge girmiş, davetlilerde büyük bir sıkıntıyı örtmeye çalışan küçük bir bilgicilik tavrı uyanmıştı. Herkes gizli bir intizar içinde gözlerini ara sıra kapıya çeviriyor, Gülistan’ı bekliyordu. Vehhabiliği Gülistan tenkit eyleyecek, Bedreddin Simavî’nin felsefesini Gülistan izah edecek sanılırdı.

      Zayıf Efendi kendi kendisine söyleniyordu:

      “Türkiye yıpranmış, tozlu, ciltsiz lakin mühim, müfit bir kitaptır. Onu okumak, tashih edip tabetmek için sabır ve merak ister.”

      Öteden Kemani Sûzi Bey atıldı. Dargın bir tavırla:

      “Bu memleketin güzelliklerine göremeyerek bakıyorsunuz, şiirlerini anlamayarak dinliyorsunuz.” dedi.

      “Şiir mi? Hele şiir bu memleket için değildir. Şiirin mevcudiyeti aşka, kadına, bunların mevcudiyetine bağlıdır. Bizim kadınların daima sedirlerde, minderlerde, kanepelerde oturmaları hareketlerinde hiçbir letafet bırakmamıştır. Yoksa, siyah carları altında ördekvari yürüyen hanımları görmüyor musunuz?”

      Bütün dinleyenler birden bağırdılar:

      “O! O! Ördek gibi mi? Sizde hiç zevk yok. Güvercin gibi, kumru gibi.”

      “Evet mahbusiyet hayatı hanımların hem bacaklarını, hem zihinlerini faaliyetten mahrum bırakmıştır. ‘Binbir Gece Masalları’na benzeyen romanlara aldanıp da Türkiye’yi

Скачать книгу


<p>6</p>

Antik Çağ’ın en ünlü heykeltıraşlarından.