Memlekete Mektup. Омер Сейфеддин

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Memlekete Mektup - Омер Сейфеддин страница 8

Жанр:
Серия:
Издательство:
Memlekete Mektup - Омер Сейфеддин

Скачать книгу

style="font-size:15px;">      Mustafa Efendi, oturduğu minderin köşesinde doğruldu. Acaba bir dava, bir şikâyet miydi?

      “Ne var söyle bakayım!” diye çemkirdi.

      Şaşıran Yörük: “Efendim, babam size bu yoğurdu gönderdi.” dedi.

      “Niçin?”

      “Şey…”

      “Ben yoğurt falan ısmarlamadım.”

      …

      Dedikoducu eşraf birbirlerine bakıştı. Bir rüşvet miydi? Mustafa Efendi de sıkıldı, bozuldu. Koca bir lenger yoğurt… Ne münasebet! Kan başına sıçradı. Kaşlarını çattı. Gözlerini zavallı şaşkın Yörük delikanlısının üstüne dikti:

      “Baban kim be?”

      “Hatıloğlu Ehmet Ağa…”

      “Tanımıyorum ben.”

      “O, sizi tanıyor efendim. Bu yoğurdu hediye gönderdi. Ona büyük bir iyilik etmişsiniz.”

      Kadının dünyada kimseye iyilik edebileceğine ihtimal vermeyen eşraf, baştan aşağı kulak kesildiler.

      Mustafa Efendi de tanımadığı bir adama nasıl iyilik ettiğini merak etti.

      “Ne iyilik etmişim?”

      “Koyunlarını kurtarmışsınız efendim.”

      “Ne vakit?”

      “Dün gece.”

      Kadı Yörük’e, “Deli olmasın?” diye dikkatli dikkatli baktı. Dün gece evinden dışarı çıkmamıştı. Yalanını tutmak için sordu:

      “Nerede?”

      “Rüyasında efendim…”

      …

      Eşraf gülmekten katılıyordu. Kadı, haysiyetinin incindiğini duydu. Suratını daha beter astı. Fakat “iyilik etmek” reddolunacak bir şey değildi. Velev rüyada olsun!.. Açtı ağzını, “âlem-i mana”nın hakikat olduğunu, “zahir”in hayalden ibaret bulunduğunu acı bir felsefe çeşnisiyle anlattı. Hakikat ancak rüyada tecelli edebilirdi. Kendi iyiydi. İyiliği işte rüyalara giriyordu. Sonra döndü Yörük’e:

      “Babana selam söyle oğlum.” dedi, “Bırak oraya lengeri. Ben namazdan sonra aldırırım.”

      Delikanlı yoğurt kabını kapının yanına bıraktı. Gidecekti fakat “âlem-i mana”nın ehemmiyetini ilim diliyle iyice anlattığını sanan Kadı Efendi rüyada yaptığı iyiliğe dair daha ziyade tafsilat almak istedi. Sordu: “Babanın koyunlarını nasıl kurtarmışım, biliyor musun?”

      Genç Yörük basacak bir yer arıyormuş gibi etrafına bakındı. Sonra arkasına baktı, ellerini önüne kavuşturdu. Mavi donunun üzerindeki kocaman kuşağını kollarıyla sıktı. Yutkundu. Gözlerini tavana dikti. Anlatmaya başladı:

      “Babam dün gece rüyasında koyunları Alabayır’ın üstüne yaymış.”

      “Ee…”

      “Sonra kocaman bir kurt peyda olmuş. Koyunları parçalayacakmış, tam o vakit siz gelmişsiniz işte… Kocaman, azgın, dehşetli bir yaban domuzu olmuşsunuz. Bu kurda saldırmışsınız. Kurt kaçmış, siz kovalamışsınız. Sonra… Tutunca kurdun karnını azı dişlerinizle yarmışsınız. Koyunlar da… Şey…”

      Yörük rastgele tavandan çektiği sakin gözleriyle Kadı Efendi’nin kararmış suratını görünce birdenbire hikâyesini kesti. Yüreği hop etti. Hakikaten bir yaban domuzunun azı dişleri altında kalmış gibi korktu. Oradan kaçtı. Hâlbuki hikâyesini dinleyen eşraf efendiler birbirlerine bakarak kahkahalarını elleriyle ağızlarında söndürmeye çalışıyorlardı.

      Kadı Efendi ise…

      ....

      YALNIZ EFE

Anadolu Romanı

      Sabahtan beri yürüyorduk. Düşe kalka geçtiğimiz sarp keçi yolları bazen sel yarıntıları içinde kayboluyor, bazen sık fundalıklardan ayrılarak, dibinde sivri sivri çam tepeleri görünen karanlık çukurlara sapıyordu. Ayı avına gidiyordum. Kılavuzum “Kumdere” köyünün en namlı nişancılarındandı. Beraber tırmanacağımız yüksek ormanlı dağların daha çok uzağındaydık. Vakit vakit ince bir yağmur serpeliyordu. Güneş yoktu. Nihayetsiz mor bir kubbeyi andıran dumanlı gökten fâniliğin geçmiş saatlerini hatırlatır gamlı guguk sesleri aksediyordu. Artık iyice yorulmuştum. Omzumdaki martin gittikçe ağırlaşıyordu.

      “Biraz dinlensek…” dedim. Kılavuzum güldü. Onun da kır çember sakallı, şen çehresi pembeleşmişti.

      “Kesildin mi?” diye sordu.

      “Hayır.”

      Sırtında çiftesiyle üç günlük yiyeceğimizden başka benim kebemi de taşıyan bu dinç köylüye yorgunluğumu söylemedim.

      “Ha biraz gayret!” dedi, “Yarın başına bir çıkalım. Oradan öte Akkovuk’a kadar yol iyidir.”

      …

      Yarım saat daha tırmandık. Ayaklarımızın altından küçük taşlar, kireçli topraklar sökülüyordu. Gayet büyük, tek bir çam ağacının yanına gelince kılavuzum:

      “İşte yarın başı!” dedi.

      Yerler çamurdu. Çiseleyen yağmurun dallara çarpan damlaları derin bir fısıltı çıkarıyordu. Ben hemen çöktüm. Çamın kalın gövdesine arkamı dayadım. Cebimden paketimi çıkardım. Sırtından yükünü indiren ihtiyar avcıya uzattım:

      “Yak bir cigara bakalım, yorgunluk alır.”

      Ağır bir tavırla:

      “Burada tütün içilmez!” dedi. Sordum:

      “Niçin? Namazgâh mı burası?”

      “Hayır.”

      “Ya ne?”

      Önüne bakarak başını salladı. Gizli bir şey söylüyormuş gibi yavaşça:

      “Burası ‘Yalnız Efe’nin ‘sır’ olduğu yerdir!” dedi. Serin bir rüzgâr yağmurun fısıltısını çoğaltarak esiyor, üstümüze siyah bir çadır gibi açılan çam dalları titriyordu. Anadolu’nun bu yalçın ufuklu, bu boş, bu kayalık, bu korkunç tarafı; Bozdağı’na giden bu ıssız yol eskiden beri bir eşkıya uğrağıydı, bunu biliyordum. Ben tenha bir geçidin gizli bir köşesinde uyuyan küçük bir köyde doğdum. Ger Ali’nin, Köroğlu’nun koşmaları, Develi’nin, Çellav’ın menkıbeleri içinde büyüdüm. Bilmem onun için mi eşkıya hikâyelerini dinlemeyi pek severim.

      Paketimi cebime soktum.

      “Anlat

Скачать книгу