Kaşağı. Омер Сейфеддин

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kaşağı - Омер Сейфеддин страница 3

Жанр:
Серия:
Издательство:
Kaşağı - Омер Сейфеддин

Скачать книгу

var mı kızım?”

      “Var hanım nine.”

      “Şu duvardaki Kur’an-ı Kerim’i alıver.”

      Matlûbe yürüdü. Daima mihrap gibi yerde asılı gördüğüm, yeşil ipek bir bohçaya sarılı Kur’an-ı Kerim’i aldı, öptü, başına koydu. Hürmetten memeleri hizasında tutarak getirdi. Hacı hanım, Kur’an-ı Kerim’i tuttu, öptü, başına koydu. Sonra sol elinin avcuna aldı. Sağ eliyle üstüne basarak:

      “Vallahi, billahi, tallahi, bu kitap beni çarpsın; eğer senden başka Matlûbe’nin yüzünü kimse gördüyse…” dedi.

      …

      “Nasıl, şimdi inandın mı bana?”

      “İnandım.”

      “Bir daha müzevirlerin sözüne uyup üstüme gelme, Sabri!”

      “Affet hanım nine…”

      “Yok… Ben böyle rezalete gelemem.”

      …

      Tekrar Kur’an-ı Kerim’i öptü. Başına koydu. Matlûbe’ye verdi. Matlûbe aynı öpme ayinini icradan sonra yeşil bohçalı kitabı duvardaki çiviye astı. Ben yükün içinde yıldırımla vurulmuşa dönmüştüm. Yüreğim çarpıyor, belimin aşağısı uyuşuyordu. O vakit çok dindardım, öleceğim sandım. Sanki beni yalan yere edilen bu yemin tutuyordu. O vakitler yemin çok büyük bir şeydi! Binlerce lira verilse bir yalancı şahit bulunamazdı. Eskiden yalan yere yemin insanı olduğu yerde tutar, hiç kımıldatmaz, öldürüverirdi! Zamanımızın ne İspanyol nezlesine ne tifüsüne benzerdi. Sabri, hacı hanımın yeminine inandıktan sonra kalktı. Elini öptü. Aşağı indi. Sokak kapısı örtülür örtülmez yükün kapısını ittim. Dışarı fırladım. Hacı hanım hâlimi görünce gözlerini açtı:

      “Çok mu korktun yavrum?”

      “Yok…”

      “Ee, o ne öyle… Betin benzin sapsarı!”

      “Yemin tutuyor!” dedim.

      “Hangi yemin?”

      “Yalan yere senin ettiğin yemin!”

      “Benim mi?” diye güldü.

      “Evet… Abdestli abdestli Kur’an-ı Kerim’e el bastın. Matlûbe’yi kendisinden başka kimsenin görmediğine dair o herife yemin ettin. Hâlbuki her gece, onunla beraber, bir yatakta yattığımızı bilmiyor musun?”

      “Sus, sus. Böyle terbiyesiz, hayâsız laflar istemem. Şuraya otur bakayım. O senin ahiret kardeşin…” diye elimden çekti. Sonra kapıdan giren Matlûbe’ye:

      “Haydi, o Kur’an-ı Kerim’i getir de yiyelim kızım!” dedi.

      “Peki anneciğim!”

      ....

      Ben bu emirden bir şey anlamadım. Aptallaştım.

      Matlûbe mihrap gibi yere koştu. Yeşil bohçaya sarılı kitabı aldı. Getirdi. Bu sefer memelerinin hizasında tutmuyordu. Minderin üstüne benimle hacı hanımın arasına koydu. Tombul elleriyle bohçayı çözdü. Bohçanın içinde kahverengi ikinci bir bohça daha vardı. Onu da çözdü. Ortaya çıkan pembe kutunun kapağını birdenbire açtı. İçi, sarı sarı, gayet nefis kuru incirle doluydu. Bir şey söyleyemedim. Başımı salladım. Güle güle bu incirleri yedik.

      Hacı hanım: “Ettiğim yeminin kimseyi tutmayacağına aklın erdi ya oğlum.” diye yanağımı okşadı.

      “Erdi…”

      Sonra Matlûbe’ye döndü:

      “Haydi kızım, ağabeyini yatak odana götür. Korku damarlarına bas! Sabri budalasından biraz ürktü galiba…”

***

      Heyhat! Artık İstanbul’da ne Matlûbe gibi körpe, temiz, oyasız, masum, süssüz yosmalar kaldı ne de Sabri gibi dostunu kesmeye gelen saldırmalı, yemine inanır kabadayılar!.. Ben bilmem niçin, kutu incirlerinde bile o eski lezzeti bulamıyorum. Ah, evet, on beş yirmi sene evvel hayat ne tatlıydı!

      TÜTÜN

      Cabi Efendi artık bahçeye çıkamaz olmuştu. Zira mutfaktan geçmek icap ediyordu. Aşçı Şulever Bacı kendisini görür görmez eteklerine yapışır:

      “Beni tütünü bitti efendi, tütün ister ben…” diye tuttururdu.

      Bu leblebi kadar küçük kafalı, dal gibi ince ihtiyar Arap, Cabi Efendi’nin doğduğunu görmüştü. Parlak, abanoz renkli cildini, geçirdiği yetmiş senenin elemi bozamamıştı. Hâlâ otuz yaşında gibi görünür, hâlâ bir genç halayık gibi dinç, atik, hamarattı, bütün evin yemeğini vaktinde pişirirdi. Ömründe hastalık yüzü görmemişti. Altmış yıldır bu kubbe gibi geniş kemerli evvel zaman mutfağında boğaz tokluğuna hizmet eder, evin içinde doğanlarla ölenleri görmek için senede bir iki defa ocağın başından ayrılırdı. Yalnız tütüne iptilası ailenin canını sıkıyordu. Eğer verilse günde bir okka tütün içebilirdi. Cabi Efendi bu hâline kızar:

      “Hınzır fellah! Sigaradan ne keyif duyuyor…” derdi… Son zamanlarda en adi tütünün paketi bile sekiz on kuruşaydı. Ayda altı yedi lira yalnız Şulever’in tütününe gidiyordu. Hem musibet, her tütünü beğenmez, “Bunun içimi fena, bunun içimi zehir gibi…” diye söylenip dururdu. Bir gün Cabi Efendi onu ocağın başında uyumuş gördü. İçinden, Hah, antre vermeden geçebileceğim, dedi. Ayaklarının ucuna basarak bahçe kapısına yaklaştı. Tam açacağı zaman Şulever uyandı:

      “Beni tütünü yok… Ne olacak böyle efendi…” diye doğruldu.

      “Sokağa çıkamadım Bacı… Yarın alır gelirim.”

      “Benim kafa yerinde değil.”

      “Canım yarın yerine gelir…”

      “Şimdi sizin tütünden verin bir parça…”

      “Pekâlâ…”

      Cabi Efendi tabakasını açtı. Baktı ki hiç tütün kalmamış. Aç bir hayvan gibi ateş saçan gözleriyle ellerine bakan Arap’a:

      “Dur azıcık, sokağa çıkıyorum. İçeri girince yukarıdan sana gönderirim.” dedi. Açtığı kapıdan çıktı. Sünbüli bir hava büyük bahçeyi gölge içinde bırakmıştı. Biraz dolaştı. Kendi ana lisanını unutan, Türkçeyi öğrenemeyen bu Sudanlı ihtiyar, dokuza kadar sayamadığı hâlde nasıl tiryaki, nasıl keyif sahibi oluyordu? Bunu düşündü. Demek keyif yalnız akıllı insanlara mahsus değildi. Düşünürken gözü yerdeki kurumuş patlıcan yapraklarına ilişti. Mesela vaktiyle Avrupa’dan içmek için tütün yaprağı getirilecek yerde patlıcan yaprağı getirilseydi acaba insanlar bunun da tiryakisi olacaklar mıydı? Mihaniki bir hareketle birkaç yaprak kopardı. Kokladı. Hiç kokusu yoktu. Sonra kuyunun

Скачать книгу