Efruz Bey. Омер Сейфеддин

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Efruz Bey - Омер Сейфеддин страница 8

Жанр:
Серия:
Издательство:
Efruz Bey - Омер Сейфеддин

Скачать книгу

azametin göklere sığmayacak derecede esirîleştiğini, âdeta bütün kâinata inkılap ettiğini duyuyor, kendini bu ulviyet karşısında bir nokta gibi ufacık görüyordu. İpten sıyrılarak kanayan ellerine, kabarık göğsüne, yukarı kıvrılmış siyah bıyıklarına bakıyor, burnunun gölgesinde pembe, manevi bir nurun parladığını fark ediyordu. Büyük sokaktan geniş caddeye kadar uzanan manzaraya dalıyor, hangi imparatorun bu kadar sadık tebaası olabileceğini düşünüyordu. Hayır, hayır… Onun şimdi imparatorların fevkinde bir kuvveti vardı. Ne dese şu halk, şu birbirini ezen, bağıran, haykıran, teganni eden halk, ne dese hemen yapacaktı! İmparatorlar değil hatta hiçbir peygamber hayatında bu kadar sadık, bu kadar meftun bir ümmete sahip olmamıştı. Allah’la Tûr-ı Sina’da görüşen Musa’nın müminleri kaç kişi idi? Kızoğlankız anasından babasız doğan, doğuşuyla mucizelerin en büyüğünü gösteren İsa’nın kaç mümini vardı. Topu tüfeği on iki kişi değil mi? Bu on iki kişinin içinde de bir hain çıktı. Zavallı peygamberin çarmıha gerilmemek için şeklini değiştirerek genç yaşında göğe kaçmasına sebep oldu. Hâlbuki şimdi bütün İstanbul, yani bir milyon kişi ona tabiydi, ondan doğan güneşe tapıyorlardı. Sokaktaki uğultu büyüyor, büyüdükçe musikileşiyordu. Ahmet Bey bir an, eskiden tanıdığı bir ahengin yükselir gibi olduğunu zannetti.

      Evet, evet… Bu havayı tanıyordu.

      Halk… hayır, halk değil; halkın “deha” sesi otuz üç sene evvel hürriyet rüyasından kalma bir nağmenin, veznini bozmadan, güftesini değiştiriyor, düzeltiyor, bağırıyordu:

      Kalkın, ey ehl-i vatan!

      Biz de şâdân olalım,

      Bu “Jön Türk”ün uğruna

      Biz de kurban olalım…

      Gök iyice karardı. Hava gazları “gelip gitme” kesildiği için yakılamamıştı. Sokaktaki kalabalık seyrekleşe seyrekleşe caddeye aktı. Ahmet Bey balkonun tırabzanına dayadığı kolunun uyuştuğunu duydu. Derin tefekkürlerden uyanan dalgınlara has cevval bir mahmurlukla doğruldu. Balkon kapısını açtı. Üzerinde yatak yığınları duran sandıkların arasından geçti. Merdiven kapkaranlıktı. Parmaklıkları tutarak indi. İkinci kata gelince annesinin odasına doğru yürüdü. Hâlâ ayılmamış olacaktı. Zavallının kollarını, göğsünü kolonya ile ovan hizmetçilere kapıdan sordu:

      “Daha açılmadı mı?

      Kızlar, “Hayır…” dediler. Annesinin hizmetçi kıtlığına kıran girmiş gibi Kastamonu’dan getirttiği arsız evlatlık ilave etti:

      “… Hep kulağına ‘İsmi Ahmet Bey’miş. Şaka yapmış.’ diye bağırdık. Duymadı.”

      ......

      Ahmet Bey bu tedavi tarzına fena hâlde hiddetlendi. Kan beynine fırladı. Yüzü kızardı. Yumruklarını sıkarak “Bir daha bana ‘Ahmet Bey’ dediğinizi duyarsam vallahi hepinizi döver, bu evden kovarım!” diye haykırdı.

      Baygın annesinin uzandığı kırmızı kadife kanepenin baş ucunda, ayakta duran ihtiyar dadısı, böyle birdenbire değişen beyinin hâline feci feci baktı:

      “Öyle ise artık size ne diyelim?”

      “Asıl ismimi söyleyiniz.”

      “Asıl isminiz ne?”

      “…”

      Bunu henüz Ahmet Bey de bilmiyordu.

      “?”

      “Yarın söylerim.” dedi. “Aceleden patlıyor musunuz? Daha dünyada kimse asıl ismimi öğrenmedi!”

      “…”

***

      İnce, beyaz Mısır hasırı döşeli sofadan yürüdü. Yatak odasına girdi. Esvapları, kitapları, kâğıtları, hasılı her şeyi bu geniş odadaydı.

      Hava gazı lambasını yakmışlardı. Açık pencerenin yanındaki Şam kumaşı kaplanmış alçak koltuğa kendini attı. Bir an daldı. Kımıldamadı. Ansızın tek gözlüğü düştü. Onu yerden alırken karşısında Despina’yı gördü. Haberi olmadan içeri girmişti:

      “Servit, mösyö, servit…”9

      “Haydi, git, yemek filan istemem!” diye onu kovdu.

      “…”

      İşte bir anda halkın mabudu oluvermişti. Bunu hissediyordu. Evvela sırf boş bir tefahürden, emelsiz bir cakadan, dipsiz bir gösterişten ibaret olan “hürriyetperverlik” iddiasını “halk” denen yığın sahih sanmıştı. O şimdiye kadar bütün tanıdıklarını âdeta bir sanat edindiği “satışı” sayesinde aldatırdı. Mesela her ay annesinin verdiği on beş lira ile kalemden aldığı iki bin beş yüz kuruştan başka on para bir geliri olmadığı hâlde kendine bir zengin, bir milyoner süsü verir, tanıştıklarının hepsi de onu zengin sanırlardı. Zamanenin ne kadar büyük adamı varsa hepsini tanır, evlerine gider, sofralarında kalır… gibi görünürdü. Kalemde daima şöyle söze başlardı:

      “… Başkâtip Paşa’nın konağında o gece sabaha kadar eğlendik. Bir saat uyuyamamışım, kalkınca…”

      Yahut:

      “… Tam yatacaktım. Kapı çalındı. Mabeyinden bir yaver gelmiş, Darüssaade ağası beni istemiş! ‘Gidemem, hastayım…’ diyecektim ama… Hınzır Arap’ın hatırını kırmaya gelmez ki… Bu soğukta kalktım, gittim. Yanıma şeyi… Evet, neyse… Onu yanıma aldım. Dışarı fırladım…”

      Yahut da:

      “… Fehim Paşa arabasını o gün bana vermişti. Margerit’e iki yüz elli liralık bir çek gönderdim. Hemen geldi. Arabaya, sahibinin metresiyle binerek öyle bir eğlendik ki… tarif edemem…”

      İlah, ilah, ilah…

      Hâlbuki bunların hiçbirisinin aslı yoktu. Yalnız büyük adamlara mensup görünmekle kalmaz; cesur, şair, edip, feylesof, âlim, derviş, pehlivan, tamburacı, damacı gibi… görünmek ister, hem de görünürdü. Kalemde küçüklerin yanında hep kendine “esraralud bir Jön Türk” süsü verir, bir satırını görmediği hâlde Namık Kemal’in bütün eserlerini okuduğunu söyler, aklında kalmayan bazı şiirlerini bile ezberden okurdu. Hatta şehit Mithat Paşa’nın kanlı gömleğinin evinde saklı olduğunu, rast geldiğine bir sır olmak üzere söyler, bu sırrı saklayacaklarına peşinen yeminler ettirirdi. Herkesi inandırmakta son derece mahirdi. Çünkü görünmek, caka satmak istediği şeyin aslına hiç ehemmiyet vermezdi. Onun ehemmiyet verdiği şey, yalnız öyle görünmekti… İşte bütün kuvvetini bu tarafa sarf ettiği için muvaffak olurdu. Görünmek istediği şeylerden birisi de zenginlikti. Zengin olmayı aklından bile geçirmezdi. Haddizatında zenginliğin de ona göre hiçbir ehemmiyeti yoktu. Yalnız zengin görünmenin ehemmiyeti vardı. Bir zengin gibi hareket eder, daima, aslı olmayan yüz bin liralardan, çeklerden, madenlerden, apartmanlardan bahsederdi. Gayet hasis olan annesinin ne kadar iradı olduğunu da bilmiyordu. Babası nesi var nesi yok, bu kadına bırakmıştı. Lisanı gibi tabiatını da değiştirmeyen bu köylü Çerkez, sineği sıkıp yağını çıkaracak

Скачать книгу


<p>9</p>

“Yemek hazır, efendim, yemek hazır.” (Fr.)