Bahtiyarlık. Ахмет Мидхат

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Bahtiyarlık - Ахмет Мидхат страница 5

Жанр:
Серия:
Издательство:
Bahtiyarlık - Ахмет Мидхат

Скачать книгу

bularak âdeta kendisine hakaret addeder ve validesi bundan fukara kızı istemediği manasını çıkararak: “Ben oğluma paşa kızı bile alırım.” dedikçe Senai bu söze daha ziyade kızardı. Nihayet validesi “Ya oğlum derdin nedir? Nasıl bir şey istiyorsun? Söyle de istediğin gibisini bulayım.” der idiyse de Senai’nin meramını validesi anlayabilir mi ki anlatsın?

      Gerçi Senai evliliğin alafrangaca pek de ehemmiyet verilecek şey olmadığını henüz nazarıdikkate almamıştı. Hatta seveceği bir kızla evliliği arzu dahi etmekteydi. Ancak onun sevebileceği bir kız kibarzade, güzel ve zengin olmaktan başka okuryazar da olmalı. Hatta Fransızca bilmeli, musikiye mensubiyeti bulunmalı. Kısacası Avrupalı bir kız gibi olmalı. Yoksa alacağı kız kadın kadıncıkmış, dikiş diker, nakış işler, oya yapar, bez dokur, yemek pişirir, işinin gücünün sahibi olabilirmiş! Hiç Senai buralarda mıdır? Herif bir modistre6 bir aşçı bir yukarı hizmetçisi istemiyor. Kendisi Berrakpınar Prensi olduğu gibi yine Berrakpınar’a layık olabilecek bir prenses hevesinde bulunuyor. Bu hevesini validesine nasıl anlatsın?

      İşte bizim Yamalı Musa Ağazade Senai Beyefendi medeni Avrupa âleminde şu mertebeyi bulmuştu. Gerçi tahsil yolunda, hele Fransızcası pek mükemmel idiyse de, Mekteb-i Sultaniye gideliden beri Türkçeye önem vermediğinden, Arapça ve Farsçadan çocukluğu zamanında tahsil etmiş olduğu miktarı da sonradan Osmanlıcaya tatbik edemediğinden ana dilinden de pek ziyade geride kalmıştı. Ama Senai bu kusuru kendisinde bulur mu? Kusur hep Osmanlı lisanında, hep Osmanlılıkta! Böyle barbar bir halkın muntazam olmayan lisanını mükemmelce tahsil etmek mümkün olur mu ki zavallı çocuk bunları tahsile muktedir olabilsin? Bazı pek canı sıkıldıkça kendi kendisine derdi ki:

      “Canım! Farsçada ‘peder’ Arapçada ‘eb’ derler. Farsça ve Arapça lisanları Osmanlıcadan alınmadır ve ondan sayılır. ‘Peder-i âcizânem’ demek hata addolunmaz da ‘eb-i âcizânem’ denildiğinde herkes güler artık buna akıl mı erdirilebilir?”

      Sonuç olarak Senai, Frenklikten başka hiçbir şeyi beğenmez bir adam olmuştu. Hatta cihanda kendisinden başka hiç kimseyi beğenmediği hâlde kendisinde de beğenmediği yalnız bir şey vardı. O da Osmanlı doğmuş bulunmasından ibaretti. Bunu düşündükçe büyük üzüntü duyardı ve derdi ki:

      “Ah! Pederimin bu kadar emlaki Avrupa’da olsaydı da ben de Avrupa’da doğmuş bulunsaydım gerçekten bir marki veyahut kont olurdum. Türk doğmuş bulunduktan sonra velev ki aristokratlardan velev ki zenginlerden ol. Yine Türk’sün barbarsın vesselam!”

      Senai’nin gençlik hâllerini şu kadarcık görmüş olduğumuz hâlde şunu da hatırlatmalıyız ki, Senai asıl köylülüğü istemeyip şehirlilik âleminde bahtiyarlık aramakta bulunduğuna göre eğer İstanbul şehirliliğine mahsus olan bahtiyarlığı aramış olsaydı bu bahtiyarlığın epeyce büyük bir derecesine nail olarak gençliğinden pek güzel istifade edebilirdi. Nazarında İstanbul büyük bir köy menzilesindeydi. Asıl şehir ise Avrupa olarak sayıldıktan sonra Senai bir kere Osmanlı yaşantısı dâhilinde bulunabilecek bahtiyarlıktan kendini mahrum etti. Hâlbuki asıl uygarlaşma addettiği alafrangalık âlemine dahi girememiştir. Zira Avrupa yaşantısı Flamme gibi yerlerde rezilce sürtmekten ibaret değildi. Namuslu, terbiyeli kibar âlemine mensup olan Avrupalılar da bu rezilliği kesinlikle kabul etmemektedirler.

      Bari Senai içinde bulunduğu israf ve sefahat âleminde olsun kendini bahtiyar bulabiliyor muydu? Zira en doğru bir tarifine göre bahtiyarlık demek insanın bahtiyar olduğuna inanıp tatmin olması demektir.

      Heyhat! Senai şu devam ettiği sefahat ve israf hayatında dahi kendisini bahtiyar bulamıyordu. Zavallı çocuk nasıl bahtiyar olabilsin ki! Bahtiyarlığının tamamlayıcısı olmak üzere her ne hayalde bulunursa bulunsun, hayallerinden hiçbirisini icra edemiyordu. Mesela tek arzusu Avrupa’ya gitmek olduğu hâlde gidemiyordu. Bu emelini icra için paraya muhtaç olduğu hâlde bulamıyordu. Para bulması pederinin vefatına bağlı olduğu hâlde babası hayattaydı. İçinde yaşadığı sefahat âleminde aynen bir Frenk gibi davranmak ve kendisini Osmanlılıktan başka göstermek istediği hâlde tabii olarak her hâl ve tavrı Frenkliğinin acemiliğini gösteriyordu. Ashap ve ahbabına kendisini gülünç gösteriyordu. Mesela Flamme kahvehanesinde bir tellal bile Senai’nin uşağı olamazken şu sefih hayatta yine Senai’den maharetli görünerek zavallı Senai onun dahi mağlubu ve mahcubu oluyordu.

      Hele bu mahrumiyetlerin dışında olmak üzere Osmanlı takımı da Senai’yi “düzme Frenk” ve “tatlı su Frenk’i” gibi aşağılayıcı teşbihlerle küçümsemeye çalışırlardı. İşte böyle her cihetten mahrum ve namsız olan zavallı çocuk için şu dünya bahtiyarlık dünyası değil hakikaten sefalet ve ızdırap dünyası olmuş kalmıştı.

      ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

      “Şinasi”

      Hüdavendigâr vilayeti dâhilinde Sultanoku Sancağı’nda bulunuyoruz. Mevsim dahi kasımı yirmi gün geçmiş olan bir zamandır.

      Bir Anadolu haritasına nazar edildiği zaman, vatanımızın bütün dünya yüzünde büyük bir Bâğ-ı İrem7 olmaya salahiyet şanıyla yaratılmış bulunduğuna insanın şüphesi kalır mı? Karadeniz, Marmara ve Akdeniz, vatanımızı üç taraftan süsleyerek çevirmiştir. Fırat ve Dicle gibi büyük nehirler, dördüncü denizimiz olan Basra Körfezi’ne vararak Kızıldeniz dahi beşinci denizimiz olarak Hint Denizi’ne doğru bize yol açmaktadır.

      Vatanımızın şu umumi güzelliği arasında hayretli nazarlar, bilhassa Hüdavendigâr vilayetine münhasır kalır. Toros Dağları’nın en güzel şubeleri bu vilayet dâhilindedir. Sakarya, Kırkpınar ve Nilüfer gibi en güzel nehirler bu mübarek kıta dâhilinde çağlar. Dağları, dağlıktan gelen bir güzellik ve menfaatin her türlüsünü kapsıyor. Ovaları, ovalardan beklenebilen tüm güzellik ve verimi üzerinde taşıyor.

      Okuyucularımızın hayallerini sevk ettiğimiz Sultanoku Sancağı ise Sakarya Nehri’nin sahilinin solunda bulunuyor. Porsuk çayı ve Pitekas Deresi gibi akarsuları ve güzel arazisiyle en ziyade nazarlara çarpıyor. Hele Osmanlı’nın ilk şaşaalı yerleri olmasıyla da buranın Osmanlılar nazarındaki kutsiyeti hiçbir şeye kıyas kabul edemez.

      İşte mevsimin kasım ayında yirmi gün sonra olduğunu haber verdiğimiz bir zamanda şöyle güzel bir sancak içinde bulunuyoruz.

      O sancağın da kuzeybatısındayız ki, Pitekas Deresi’nin Ermeni Dağı’ndan başlayarak Ermeni Derbendi’ni geçtikten sonra Bozok Ovası’na doğru indiği bir yerinde yani asıl Bozok kasabacığının iki buçuk saat kadar kuzeydoğusu tarafındayız.

      O gün malum yerde seksen yüz kadar köylüler toplanarak bir ark kazmakla meşguldüler. Fakat bunlar gündelikçi değillerdi. Angaryaya da gelmemişlerdi. Belki yine kendi ziraat işleri için bu çalışmada bulundukları, aralarında geçen sözlerden anlaşılıyordu.

      İçlerinden iş başı hâl ve tavrını takınmış Köse Muhtar isminde birisi vardı. Bu adam: “Haydi çocuklar! Akşamdan evvel bir gayret daha!” diye ameleyi ziyadece teşvik ettiğinde ameleden bazıları: “Bu İstanbullu da nerenin cehenneminden başımıza geldi? Türlü türlü icatlar çıkarıyor.” diye mırıldanmaya başladıklarından Köse Muhtar bunlara nasihat için dedi ki:

      “Nankör herifler! İstanbullu size güzel güzel akıllar öğrettiği

Скачать книгу


<p>6</p>

Kadın terzi.

<p>7</p>

Efsaneye göre Ad kavminden Şeddad’ın cenneti yeryüzünde kurmak maksadıyla yaptığı şehrin adı olup Türk edebiyatında “cennet bağı” anlamında tasvir edilir. (e.n.)