1001 Kelime 1001 Hüzün. Yasin Topaloğlu

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу 1001 Kelime 1001 Hüzün - Yasin Topaloğlu страница 4

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
1001 Kelime 1001 Hüzün - Yasin Topaloğlu

Скачать книгу

ne zaman güvertede görünse başının belası deve gülünç ve lüzumsuz cemilekârlıklarıyla olmadık işler yapıyor ve onu bizar ediyordu… Bunun kadar bir kimseyi rüsva eden bir deve hiç görülmemiştir.(Alphonse Daudet, “Taraskonlu Tartaren”, s. 126)

58 | Cemiyet (Ar.): Dernek

      Cemiyetin diğer efradına gelince onlar safdilce korkularını saklamak için hakikaten hiç cebrinefs etmediler. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 155-156)

59 | Cenubi (Ar.): Güneyle ilgili, güneye özgü olan

      Sunglarla uyuşarak Kinleri alt yandan da çember içine almaya savaşıyordu. Her türlü tereddütlerde beraber gene Çinlileri boyunduruk altında tutan Kinleri ezmek Sungların da emeli, millî emeli idi. Cengiz’in o emele müzaheret eder görünüşü Cenubi Çin’de bayramlar yaratmıştı. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 217)

60 | Cereyan (Ar.): Bir yöne doğru akma, akış, akıntı; bir şeyin gelişme, olma durumu; aynı eğilimde olan, aynı görüşü paylaşan kimselerin oluşturduğu hareket

      Eğer ok atmada göze çarpacak derecede liyakat gösterirler ve yüzmede Dinyeper Nehri’ni cereyanının aksi istikamette yüzerek geçmekle herkesin hayretini mucip olurlarsa bunlar öyle bir meziyet teşkil ederdi ki acemiler resmen Kazakların arasına kabul olunurlardı. (Nikolay Vasilyeviç Gogol, “Taras Bulba”, s. 40)

61 | Cezbe (Ar.): Bir duygu veya bir inanışın etkisiyle aşırı ölçüde coşup kendinden geçme durumu

      O zaman Baya elindeki udu bir tarafa bırakır, iri gözleriyle müezzine bakar ve ezanı içer gibi zevk ile dinler. Ezan devam ettikçe o, mest-ü müstağrak, ilahi bir Doğu azizesi hâlinde, ruhani bir vecd ile ürpererek donar, kalır. Tartaren heyecan içinde onun kalkıp abdest aldığını, namaz kıldığını, hayranlıkla temaşa ederken bir taraftan da bu kadar derin cezbe veren bir dinin çok güzel ve çok kuvvetli olması lazım geleceğini düşünürdü. (Alphonse Daudet, “TaraskonluTartaren”, s. 84-85)

62 | Cibillî (Ar.): Yaradılıştan olan, tabii

      Kadınların çoğunda olduğu gibi onda da çocuklarını sevmek, hayvani bir ihtiyaç ile onları yedirmek, bakmak ve korumak cibillî idi. Fakat hayvanların aksine olarak, o tasavvur ve muhakeme kudretinden mahrum değildi. Tavuk, civcivinin başına gelmesi melhuz bir kazadan korkmaz, yavrusunu tehdit eden hastalıkları bilmediği gibi, biz insanların hastalığa ve ölüme karşı çare sandığımız ilaçlardan da haberi yoktur. (Lev Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, s. 64)

63 | Cidal (Ar.) : Savaşma, cenk. Ağız kavgası, çekişme

      Kösem Sultan, işlediği cinayetten dolayı yüz gösterebilecek her ihtimali hesaplamış ve nefsini o ihtimallere göre hazırlamış bulunuyordu. Oğlunun uzun bir cidale atılmak şöyle dursun, küçük bir araştırmaya bile kalkışamadığını, candan bağlı gibi göründüğü kadının ölümünü delice bir tevil ile âdeta tabii bularak gülmeye koyulduğunu görünce şaşırmaktan kendini alamadı. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 158-159)

64 | Cihangir (Far.): Dünyanın büyük bir bölümünü eline geçiren kimse, fatih

      Şimdi onlar görünüşte karı koca gibi yaşıyorlardı, hakikatte ayrı düşüp ayrı kalkıyorlardı. Temuçin, Güncü’nün muhabbetinden daha yüksek emeller peşindeydi, cihangirlikler kuruyordu. Bu sebeple de güzel kadının şu istiğnasından küçük bir teessür duymuyordu. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 89)

65 | Cüda (Far.): Yurt, baba ocağı gibi çok sevilen şeylerden ayrılmış olan, uzak kalmış olan

      Etleri parça parça dökülen, ciğerleri tutam tutam burun-larından düşüp dağılan, gözleri sönen, yürekleri delinen hastaların hissettikleri acı, düşman eline düşmüş ve vatandan cüda kalmış bir esirin duyduğu elemle ölçülemez. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 58)

66 | Cürmümeşhut (Ar.): Suçüstü

      Lakin aşk hatıralarıyla dolu bir yerde ve Tuman Ağa’nın zarif hayaliyle ruhunu karşılaştırdığı bir sırada yeni bir kadın mevzusuna gönlünde yer vermekten sıkılmıştı. Bu sebeple cürmümeşhut hâlinde yakalanan bir çocuk gibi Hızır Hoca’nın mektubunu cebine soktu ve bahçeden savuştu. (M. Turhan Tan, “Timurlenk”, s. 123)

67 | Çeşmiçerez (Far.): Göz çerezi

      Muhit ve zaman bakımından bu muhakeme tarzı, şüphe yok ki, doğruydu. Gözle, dille, elle, kalemle de namussuzluk yapılabileceğine o devirde inanılmazdı. Şunun bunun kızına, oğluna yer gibi, ısırır gibi bakmaya çeşmiçerez yahut göz zinası derler ve bu kepazeliği hoş görürlerdi. Komşunun evine gireni, çıkanı tarassut etmeyi vazife telakki ederlerdi. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 294-295)

      d

68 | Dalalet (Ar.): Sapkınlık, doğru yoldan ayrılma

      Mahkûm yaşamak için halkolunmuşken yanlışlıkla ve birtakım tesadüflerin zoruyla hâkim mevkisine düşen fertlerin ve cemiyetlerin hepsinde bu hâlet, yani esirliğe iştiyak dalaleti görülür. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 126)

69 | Daüssıla (Ar.): Yurt özlemi

      Cebe bu harpten sonra orduyu Söbütay’ın emrinde bıraktı, Karakurum’a döndü. Daüssılaya tutulmuştu, öz yurdunun iştiyakıyla manevi ızdıraplar geçiriyordu.

      (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 263)

70 | Debdebe (Ar.): Görkem

      Türk haşmetine Avusturya debdebesiyle karşılık vermek isteyen imparator da baştan aşağı demir kaplı süvarilerini, parlak kostümlü piyadelerini sıralayarak kalabalığa müsellah bir enginlik katmış bulunuyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 130)

71 | Deraguş (Far.): Kucaklama, sarma

      Kara Süleyman sıkı bir deraguş ve sürekli bir buse sağanağı arasında felaketi anlattı, rüya keyfiyetine temas etmeyerek sadece sadrazamın azlini söyledi. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 15)

72 | Derpiş (Far.): Öngörme, göz önünde tutma, aklından geçirme

      Bu mukayeseden muazzep olan Kör Mahmut, bir an için Emire Zeynep’ten ayrılmak fikrini derpiş etmek istedi. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 259)

73 | Deruhte (Far. + Ar.): Üzerine alma, üstlenme

      Daireden gaybubetini Hasan tevil edip mesuliyeti üzerine almak da Çeşmi Efendi tarafından deruhte ediliyordu. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 28)

74 | Devriâlem (Ar.): Dünyayı dolaşma

      Halam akşam yemeği için beni Lincoln Otelinde bekliyordu. Beni kucakladığı zaman sevincinden ağladı ve zannederim ben de devriâlem seyahatinden gelmiş olsaydım onu görmekle daha ziyade sevinmezdim. (Charles Dickens, “David Copperfield”, s. 124)

75 | Didar (Far.): Yüz, çehre

      “Ne Musa…” dedi. “Bu nimete erdi, ne Harun ne Davut bu ikbali gördü, ne Süleyman! Ulu Tanrı işte mübarek cemalini görmekliğimi, mübarek ayaklarına yüz sürmekliğimi nasip etti. Ben, ceddin büyük Süleyman Hazretleri’nin, deden rahmetli Selim Sultan’ın, cennetmekân pederiniz, Murat Han’ın dahi ayaklarına yüz sürmüşüm, iltifatlarını görmüşüm. Fakat bu güne dek cenabınızın didarını yakından görmek, ayağını öz ağzımla öpmek müyesser olmamıştı.” (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 298)

76 | Dilaver (Far.): Yiğit, delikanlı

      Kara Abdurrahman’la arkadaşları, yine vakur ve yine kayıtsız salonda sıralanmışlardı. Ne o iç gıcıklayan esrarlı

Скачать книгу