Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak. Зия Гёкальп

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak - Зия Гёкальп страница 3

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak - Зия Гёкальп

Скачать книгу

“icazcı bir muharrir”, “muciz bir ifade” yerine “icazlı bir ifade” demeliyiz. Mamafih, Türkçeleştirmeyi lügatlere hasretmek de doğru değildir. Mümkünse bütün ıstılahları da Türkçe kelimelerden yapmak daha iyidir. Fakat mümkün olmadığı takdirde, ıstılahlarımızın Fransızca yahut Rusça olacağına Arapça ve Acemce olması daha hayırlıdır. Her hâlde bütün Müslümanlar arasında olmasa bile bütün Türkler arasında -lügatler gibi- ıstılahların da müşterek olması, yani bütün Türklerin müşterek bir edebiyat ve ilim lisanına malik olması elzemdir. O hâlde, lisanımızı Türkçeleştirirken tedricen bütün soydaşlarımızın anlayacağı umumi bir Türkçeye doğru gitmek lazım geldiğini de unutmamalıyız. Fikrimizi hülasa edelim:

      “Yeni mefhumlar” asrın, “ıstılahlar” ümmetin, “lügatler” milletin natıkasıdır.

      Türkçe içtimai vicdanımızın bu üç safhasına tamamıyla muntabık hassas bir ayine olmadıkça teşekkül ve tekemmül etmiş bir lisan sayılamaz.

      ANANE VE KAİDE 3

      İçtimai hayatımızın hangi cihetine baksak iki muhtelif cereyanın çarpıştığını görürüz. Bunlardan biri cezrîlik (radikallik), diğeri muhafazakârlıktır. Birbirinin tamamıyla zıddı sanılan bu iki cereyan hakikatte aynı esasta birleşmiştir: Kaidecilik.

      Muhafazakârlar, mevcut kaideleri lâyetegayyer hakikatler sırasında görerek değiştirilmesine küfür nazarıyla bakarlar. Cezrîler, makul kaideleri mutlak düsturlar idâdına koyarak, kabul etmeyenleri mürtecilikle itham ederler. Bu iki sınıftan hiçbirisi bu eski yahut yeni kaidelerin nereden çıkarak ne yolda tekâmül ettiğini, müteakip zamanlarda mütehalif muhitlere nasıl intibak ettiğini aramaya lüzum görmezler. Çünkü her iki tarafça da kaide, zamanlar fevkinde ve muhitlerin haricinde bir “kaim bi nefsihî”dir. Bu, bir cemiyette hayati tekâmülün muvakkat ve diğerlerine muttasıl bir merhalesi değil, zaman ve mekândan mücerret bir âlem olan “nefsül’emr”de sabit ve müteayyin ezelî bir hakikat, ebedî bir düsturdur.

      Kaidelere mütabaat tekerrür ede ede itiyat hâline geçtiği için ihtiyarlar muhafazakâr olurlar. Gençlerse medeni ihtişamlarıyla parlak görünen müterakki milletlerin terakki etmelerinin sebeplerini tatbik etmekte oldukları kaidelerin doğruluğuna hamlettikleri için bunları taklit etmek hevesine düşerler; bundan dolayı kökten inkılapçılar sırasına geçerler.

      Adı ister âdet ister moda olsun, ister adap ister etiket namı verilsin, ister itikat ister içtihat denilsin, fıkıh maddeleri yahut hukuk düsturları suretinde tecelli etsin, kaide daima aynı şeydir. Tekâmülün süreksiz ve mütereddit bir vakfesi addolunmayıp da camit ve sabit bir “ayn” addolunduğu anda cansız bir kadit hâlini alır. Hayatın özü yaratıcı bir tekâmüldür. Tekâmülsüz mevcutlar cemaatlerden ibarettir. Kaideciler neticeyi sebep yerine koyarlar. Kaide tekâmülün muvakkat bir neticesidir. Onlar bunu tekâmülün sebebi sanırlar. Sebep malum olduğu için artık tekâmülün tarihini tetkike lüzum görmezler.

      Bu zihniyette olanlar kaideyi mutlak bir hükümdar gibi telakki ettikleri için tatbikattan bir fayda hasıl olmadığını görünce bütün mesuliyeti zavallı kaideye yükletirler. Derhâl cezrîler seslerini yükselterek muhafazakârları susmaya mecbur ederler. Yapılacak iş kolay: Eski kaideleri hallederek yerlerine yenilerini iclas etmek.

      Fakat bunların hükümranlığı da çok sürmez; çünkü tatbikatta yine aksilikler görülmeye başlar. Bu kere itiyatçılar başlarını doğrultur. Ve taklitçileri meydandan çekilmeye davet eder.

      İşte bizde daima böyle olmuştur! Türklüğün mazisi tetkik olunsun: Görülecek ki birbirine ittisali olmayan birçok tarih devreleri yaşamışız; müesseselerimiz muzafferiyet iğtinamlarıyla ani bir surette dolan fakat membasını millî bir iktisattan almadığı için yine ani bir surette boşalmaya mahkûm olan istila devletlerinin hazinelerine benzemiş. Tekâmülden doğma müesseselerimizi tarihî ittisallerini temin ederek canlı ananeler hâline sokacağımıza, bunları bir tarafa atarak her ülkeden “tarihsiz, ananesiz” kaideler suretinde müesseseler almışız.

      İngilizler kaidesiz bir millettir; fakat tarihî ittisalleri, tekâmül itilafları malum ananeler en ziyade İngilizlerde görülür. İngilizleri terakki ettiren ananeciliktir.

      Biz Türkler kaideci, fakat ananesiz bir milletiz. Türklüğe ve İslamlığa ait ananelerimizin tarihî silsilelerini aramadığımız gibi asrımızı temyiz eden terakkilerin memba ve tekâmülünü de tetkike lüzum görmeyiz. Bizim için yalnız neticeler lazım. Türklük, İslamlık mütevali medler ve cezirlerden sonra amelî ve itikadi kaideler suretinde rüsuplar bırakmış. Avrupa medeniyeti birçok itila ve inkılaptan sonra bize birtakım ilmî ve amelî umdeler suretinde tecelli ediyor.

      Bir kısmımız o rüsupları istimal, diğer takımımız bu umdeleri iğtinam ederiz. Kaide ister itiyadi ister taklidî olsun ibda ve terakkiden mahrumdur. Çünkü munfasıl taklitler hem imtizaç ve terekküp edemezler hem de mazileri yoktur. Her biri müstakil ve mutlak bir âlem olan kaideler -oturdukları yerlerde- oldukları gibi kalırlar; bir istikbal vücuda getiremezler. Anane ise ibda ve terakki demektir. Çünkü anane muhtelif anları birbirleriyle zeveban etmiş bir maziye, arkadan muharrik bir kuvvet gibi ileriye doğru iten tarihî bir cereyana maliktir ki daima yeni inkişaflar, yeni initaflar tevlit edebilir. Anane kendi başına velut ve mübdi olmakla beraber, ona aşılanan yabancı yenilikler de damarlarındaki hayat nüsgundan feyiz alarak canlanır ve adi taklitte olduğu gibi çürüyüp düşmez.

      Bergson, ferdin ruhunu hatıralarının mecmusundan, cesedini itiyatlarının mecmusundan ibaret görüyor. Bir milletin hatıraları, ananeleridir, itiyatları ise kaideleridir; demek ki bir milletin ananeler ruhunu, kaideler bedenini teşkil eder. İstinat noktasını, ananeci bir millet ruhunda, kaideci bir millet gövdesinde arar. Birincisi hayatın manalarını, ikincisi lafızlarını okur. Birincisi tarihî bir hürriyet, ikincisi coğrafi bir esaret içinde yaşar. Balkan Harbi’nde Bulgarlarla olan çarpışmalarımızda onlar ateşli ananelerinden, biz bârid kaidelerimizden mülhem olarak birbirimize saldırıyorduk. Netice tarihin coğrafyaya galebesi oldu.

      O hâlde, şimdiye kadar yürüdüğümüz muhafazakârlık ve teceddüt yollarının ikisi de çıkmaz imiş. Yeni hayatta, bunların ikisinden de sakınmak gerek. Evvela Türklüğe mahsus müesseselerimizin ananelerini, tekâmül tarihlerini tetkik etmeliyiz. Türk edebiyatı ne Âşık Paşa ile ne de Nevai ile başlar. Edebiyatımızın membalarını bir taraftan taş mahlûkelerde, ciran derilerinde, diğer taraftan da halkın koşmalarında, masallarında, destanlarında aramalıyız. Millî veznimiz parmak usulüdür. Millî dilimiz yalnız Türk sarfına tabi olandır. Millî edebiyatımız, mevzularını, istiare zeminlerini Türk hayatından, Türk içtimai teşkilatından, Türk esatirinden, Türk menkıbelerinden almalı. Lisanımızdan yabancı terkipleri, şiirimizden yabancı vezinleri, edebiyatımızdan yabancı telmihleri atmalıyız. Lisan ve edebiyatımıza ananesinin mebdeinden başlarsak, uğradıkları muvakkat istilaların arızi ve marazi devreler olduğunu anlayacağız. Türk hukukunun tarihini, törelerin, yasaların, tüzüklerin tetkikiyle diriltmeliyiz. Türk mimarisi, Türk ressamlığı, ümmet devrinin binalarında ve yazılarında aransa bile, Türk musikisi de millî şiir ve edebiyatımız gibi halkın şifahî ananelerinde taharri edilmelidir.

      Türklüğün kelimelerde, mesellerde, masallarda, destanlarda izleri kalmış bir millî mefkûresi vardır ki bunu bu dağınık enkaz arasından bulup çıkarmak ve bunda mündemiç olan kavmî “maba’dettarih”i keşfetmek en büyük

Скачать книгу


<p>3</p>

Türk Yurdu, yıl 2, C. III, S. 15, s. 480-484 (2 Mayıs 1329)