Cadı. Hüseyin Rahmi Gürpınar

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Cadı - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 8

Жанр:
Серия:
Издательство:
Cadı - Hüseyin Rahmi Gürpınar

Скачать книгу

gayet hoş tutmaya gayret ediyor. Ben de o zaman deli fişek bir kızım. Kocanın iyisinden, kötüsünden çok anladığım yok. Bu evlenmede hoşuma gitmeyen kimi yönler varsa da “Evlenme diye işte buna derler.” yerinmesiyle her şeye uyup gitmeye uğraşıyorum. Bir kaynanam var, çaçaron ama artık işi bitmiş. Pek yerinden kalkamıyor. Dizlerinde battaniyesi, önünde mangalı, üzerinde ıhlamur ibriği, öyle yerli kelli odasında oturur. Pek neşeli vaktinde hizmetçi İrfan Kadın’la bir iki kez peçiç oynar. Yanına girdiğim zaman beni yukarıdan aşağıya dek, kaynanalara özgü, kıskançlık ve gizli bir hınçla dolu bir bakışla dikkatli dikkatli süzer. İki de üvey çocuğum var: Ne-sip ile Ragıbe… Bunlar efendinin, cadı olduğu rivayet edilen ölü eşi Binnaz Hanım’dan olma. Çocukların dadısı Gülendam, bir de Salime adında göçmen hizmetçi kadın, selamlıkta aşçı, uşak falan var. Ev halkı bundan ibaret… Buradaki insanlara biraz alıştım. Fakat bir türlü yalıya ısınamadım. Büyük büyük loş sofalar, karanlık geçitler… Aşağıdaki geniş taşlık, ev aletinden daha çok bir ayazmayı andırır. Gamlı bir loşluk içindeki duvarlarından şıpır şıpır rutubet damlar. Bir kenarda duran üstü örtülü sandal, iç sıkan görüntüsüyle burasını cami tabutluklarına benzetir… Oynak dalgalar üzerinde oynayan ışınlar, denize bakan pencereden güherçileli duvarlarda yansıdıkça kumaş kumaş titreşimler yaparak insanın etrafında görünmez varlıklar dolaşıyor gibi yüreklere bir ürküntü verir. Yalının arkasındaki dar sokağın öbür yanı dağdır. Duvar dikliğinde sarp kayaların üzerinde yetişmiş bodur ormanlık loş ve esrarlı gölgeleriyle yüreklere kuruntu doldurur. Yalının penceresinden başımı kaldırıp, insanın üzerine yıkılacak sanılan bu koruluğa bir göz atınca ormanın bütün yılanı, çiyanı, ifriti, perisi yukarıdan bana bakıyorlar sanırım. Güneş, ay hep o yanda söner… Fırtına zamanlarında umacıya benzeyen kara bulutlar türlü korkunç biçimlerde hep oradan baş gösterir. Bu dik koruluğa bakıp bakıp kendi kendime “Cadı karı gelse gelse her hâlde bu kayaların arasından, bu loşlukların içinden, insandan çok vahşi yaratıklara, kuşlara, ine, cine yuva olan bu gizli yerlerden inip gelir.” diyordum. Gelinliğimin üzerinden bir buçuk ay kadar geçti. Henüz cadıdan iz yok. Fakat evin içinde bir fısıltı var. Benden gizli sözler oluyor. Ben odadan içeri girince lakırtı kesiliyor veya konuşmanın yolu değiştiriliyor. Kaynanamın benden en büyük dileği çocuklarıma iyi bakmak, onları öz evlat gibi bağrıma bastırmak hatta cuma ve pazartesi geceleri rahmetli ortağımın ruhuna Yasin-i Şerif okumak… Kimi kez bu sözlerini şaka ile karıştırarak derdi ki:

      “Ortak ortağa rahmet okumaz ama ne yaparsın kızım! Yalnız dirilerle değil kimi kez ölülerle bile hoş geçinmek gerekiyor…”

      Kaynanamın bu sözünden ben pirelenmeye başladım. Acaba ne demek istiyordu? Kimi kez ölülerle bile hoş geçinmek gerekliymiş!.. Ölülerden maksadı ortağım Binnaz Hanım olacak… Hoş geçinmezsem ne olacak? Cadı gelip beni boğacak mı? Öksüzlere kendimi sevdirmeye uğraşıyorum. Fakat ne yapsam bir türlü bana ısınmıyorlar. Yan yan öçlü gözlerle bakıyorlardı. Hizmetçiler elinde büyüdüklerinden öyle de arsız alışmışlar ki insan on dakika yanlarında bulunsa ettikleri terbiyesizliklerden sıkılır, boğulur. Bunların terbiyesizliklerine biraz dikkat etmesi için dadıları Gülendam’a bazı öğütlerde bulundum. Dadı beni ürkek bir bakışla süzerek:

      “Hanımcığım, bu çocuklar işte böyle kendi kendine yetişen bir hâlde büyüyecekler.”

      “Niçin?”

      “Çünkü onlara gülle dokunmaya gelmez…”

      “Neden?”

      “Dokun da neden olduğunu anlarsın!..”

      “Söyle canım, ne olurmuş?”

      “Bu evde doğru söyleyici beni koymadılar ya! Başkalarına sor.”

      Gülendam’ı çok sıkıştırdım. Ağzından başka bir söz alamadım. Çocukların ne vakit yanlarına girsem önlerinde kuru incir, badem, fıstık, kestane şekeri, kurabiye, çikolata, bisküvi çeşidinden bir alay yemiş görüyordum. Bu yiyeceklerle hem ağızlarını, burunlarını, üstlerini başlarını kirletiyorlar hem de midelerini bozuyorlardı. Bunlara böyle vakitli vakitsiz bol bol yemiş verilmemesini babalarına söyledim:

      “O yemişleri ben getirmiyorum. Tembih et de vermesinler.” dedi. Gerçekten, bu yemişleri babalarının getirmediğini biliyordum. Benden izinsiz yemiş alınmamasını Gülendam’a sıkı sıkıya tembih ettim. Birkaç gün sonra tekrar çocukların yanına girdim ki ne bakayım? Öncekilerden birkaç çeşit daha fazla olarak önleri yine yemiş dolu… Bu kez Gülendam’a iyiden iyiye çıkıştım. Zavallı Çerkez, anasının, babasının, bütün soyunun namus ve şerefini tanık tutarak, en büyük antlarını içerek bu yemişlerden bir tanesini bile kendisinin vermemiş olduğuna beni inandırmaya çalıştı. Kaynanam da içinde olmak üzere evde ne kadar insan varsa hepsi Tanrı’ya antlar içerek çocuklara yemiş verenin kendisi olmadığını söylemekte ayak dirediler. O hâlde kim veriyordu? Bu kadar yiyecek kudret helvası gibi çocukların önüne gökten inmiyordu ya? Elbette biri getirip veriyordu. Çocuklar bu kadar çeşitli yemişleri sokaktan alıp gelecek birer yaşta değildiler. Önlerinde, Beyoğlu’ndan başka bir yerde bulunmayan fondanlar,5 bonbonlar vardı. Oğlan beş, kız dört yaşındaydı. Ellerine para da verilmiyordu. Ev halkı içinde andını bozan biri var ama hangisi? Bir süre bunu keşfe uğraştım, bir şey elde edemedim. Çocukların önüne, yemiş, her gün çeşidi artan bir bollukla geliyordu. Bu tuhaflığı, iyiden iyiye merak ettim. Bir gün çocukları odalarında yalnız buldum. Her ikisini de sevdim, okşadım. Önlerindeki kuru üzümle fındıktan birer tane alıp ağzıma atarak:

      “Ah ne güzel yemişler!.. Bunları size kim veriyor?”

      Oğlan, şüphe veren bir gülümsemeyle beni süzdükten sonra:

      “Ay, kimin verdiğini bilmiyor musun?”

      “Ne bileyim yavrum…”

      “Gülendam söylemedi mi?”

      “Söylemedi…”

      Nesip, bu önemli sırrın açığa vurulmasındaki sakıncanın derecesini anlamak için sanki danışıyormuş gibi Ragıbe’nin yüzüne baktı. Kız pek masumca bir gülümsemeyle karşılık verdi. Oğlan elindeki kaymaklı çikolotayı birkaç kez evirip çevirdikten sonra doymuş bir kedinin son lokmayı yemekte gösterdiği duraksama ve nazlanma ile ağzına götürdü. Ağır ağır çiğnediği sırada o yarı dolu ağızla ve güç anlaşılır bir söyleyişle:

      “Bu yemişleri bize annem getirir.”

      “Büyükannen mi?”

      “Yok…”

      “Ya hangi annen?..”

      “Cadı annem.”

      “O nasıl lakırtı oğlum!.. Sizin benden başka anneniz var mı?”

      “Ne darılıyorsun?.. Bizim asıl annemiz sen değilsin… İşte odur!.. Senin gibi böyle yalancı anne bu eve kaç tane geldi gitti…”

      “Sizin sahici anneniz nerede oturur?..”

      “Rumelihisarı’ndaki mezarlıkta… Geceleri oradan çıkar. Bize sepetle

Скачать книгу


<p>5</p>

Fondan: Bir çeşit şekerleme (e.n.)