İhtiyar Dost. Halid Ziya Uşaklıgil

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу İhtiyar Dost - Halid Ziya Uşaklıgil страница 5

Жанр:
Серия:
Издательство:
İhtiyar Dost - Halid Ziya Uşaklıgil

Скачать книгу

zaten bu tavsiyeye gerek yok; çünkü ben hiçbir zaman kumar oynamam. Bu, benim tarafımdan namusluluğa aykırı bir davranış olurdu…’

      Bu açıklamalardan sonra kâğıtlarını topladı ve bir sihirbaz alay edişiyle bizi selamlayarak kamarasına çekildi. Bu sözü o zaman sadece asıl oyunlarının sırrını vermek istemeyen bir hokkabazın alayı olarak kabul etmiştim. Yıllar geçtikçe bunun bir gerçek olabileceğine inanan bir eğilim içindeyim.

      Çünkü… Çünkü buna benzer bir yetenek; sihre, büyüye benzer bir arayıp bulma yeteneği bende de başladı. Ancak parmaklarımda değil, gözlerimde… Çok iyi biliyorum ki bana özgü bir yetenek değil. Hayatı görerek, bakmak ve anlamak bilgisini öğrenmeye dikkat ederek, bakılıp görülen dış görünüşlerin alt yanlarını okumak alıştırmalarını yaparak geçiren adamlara yavaş yavaş, yaşın ve deneyimin bir hediyesi olan bu yetenek, âdeta fen hayalcilerin düşünceyi geçerli bir hâle getirmek için aradıkları araç çeşidinden bir şeydir.

      Böyle bir araç -düşünceyi görüp analiz eden araç- bende de var, gözlerimde var. İşte şu dakikada senin benimle alay ettiğini, için için bir kahkaha ile ‘Zavallı ihtiyar dost, artık bunuyor!’ dediğini sezinliyorum. Yok, inkâr etmeye gerek yok, bu böyle…

      Nitekim on dakika önce konuğumun bana hayatın zorluklarından, paranın kıtlığından, geleceğin belirsizliğinden, geçimin günden güne artan zorluğundan söz ederkenki düşüncesini de açık seçik okuyordum. Bana içinden ne diyordu bilir misin?

      ‘Köşkünü ne zaman satmaya mecbur olacaksan bana haber ver. Bilirsin ya ben önceleri sana uğrarken hep buraya sahip olmak sevdaları içinde tutuşurdum. Hem öylesine ki başka bir yer gözümde yok. Onun için hemen, elinde kalan son kâğıtları bozdurduktan sonra ben buradayım…’ diyordu.

      Elbette ki ağzından buna değinen bir kelime; hâlinden, tutumundan kafamda bu kuruntuyu uyandıracak bir işaret çıkmadı. Ama bununla birlikte o, bütün varlığıyla ve sadece bu anlamla doluydu. Bunu nasıl görüyorum, nasıl seziyorum, açıklaması mümkün değil. Gözlerimde işte hokkabazın, parmaklarında var olan dokunma yeteneğine benzer bir okuma gücü var.”

      İhtiyar dost burada biraz durdu ve bir umutsuzluk bitkinliğiyle yeniden sandalyesine yaslanarak ekledi:

      “Bilsen çocuğum, bu okuma gücü hayat için ne kadar elem verici, ne bitkinlik ve bıkkınlık getirici bir sonuç veriyor. Önümüze rastlayan bir adamın, size elini uzatan her dostun, üstelik her zaman sizinle birlikte yaşayan, sizin kanınızdan olan her varlığın bütün ruhunu soyuyorsunuz. Onları bütün dış görünüşlerden, süslü cümlelerin, dost bakışların, yumuşak tutumların gösterişinden soyutladıktan sonra asıl oldukları nitelikte saklanmış düşünceleriyle size mahsustan tam tersi varsaydırılmak istenen duygularıyla görüyorsunuz.

      Gözlerinde öyle delici, işleyici bir ışık gücü oluşuyor ki yöneldiği yönde ve çizgideki bütün engelleri aydınlatarak ruhun en karanlık noktasına bir güneş asıyor. Basit bir söyleyişle her şeyin içyüzünü gören bir keramet sahibi oluyorsunuz. O ne zaman oluyor? Görüyorsunuz ki hayat sonsuz bir ikiyüzlülük oyunudur ve bunu böyle görünce gözlerinizi kapayarak hayattan, dünyadan, insanlardan kaçmak; böyle bir yalnızlık köşesine kapanıp kalmak için karar veriyorsunuz…”

      Bugünün çocukları bilmezler. Bir vakitler bizde az çok parasına güvenen, zevkini bilen, fazla olarak yiyeceğini giyeceğini dışarıdan gelen şeylerden edinmeyi bir süs, başkalarına karşı bir üstünlük sayan kimseler; yerli mallarına rağbet etmezlerdi. Bir mazeretleri de vardı: Ya yerli malı bulunmazdı ya da bulduklarını zevklerine ve üstelik tasarruf emellerine uygun görmezlerdi.

      Fesinden ayakkabısına kadar giydikleri; ekmeğinden şekerine kadar, sütüne, şarabına kadar yedikleri içtikleri hep yabancı ülkelerden gelme şeylerdi. Ve böylece üreticiler elleri böğürlerinde, kadere boyun eğip sabırla beklerlerken tüketiciler de paralarını başka ülkelere dağıtırlardı.

      Aşağıda gelen yazı bu durumun ihtiyar dosttaki esinlenmesinden yansıyan bir öfkelenme tablosudur.

      TASARRUFA RİAYET

      İhtiyar dostumu bugün suçüstü hâlinde yakaladım. Mükellef bir tepsinin başında akşam yemeğini yiyordu. Onun birkaç yıldan beri, doktorların salıklarıyla, akşam yemeklerini kaldırarak yalnız öğleden beş saat sonra besleyici bir kahvaltı yaptığını ve geceyi bununla geçirdiğini biliyordum. Hayatının başlıca zevklerinden birini oluşturan böyle bir uğraşı sırasında kendisini görmeye gitmeme pek zamansız bir rahatsız etme gözüyle bakacağından korktum.

      “Sizin bu saatte yemekte olduğunuzu düşünmemek büyük bir kabahattir.” dedim.

      O, hemen insanı en zor durumlarında kurtaran bir senli benli hâliyle “Tam tersine, tam tersine çocuğum!” dedi. “Bu üstelik bir seçkinliktir, çıkardır; ne dersen de herhâlde kabahatin tam tersi olan bir şeydir. Bu fırsatla hem sana da bu güzel şeylerden ikram edebilir, hem de bir biriktirme dersi veririm…”

      Elinde pembeyle sarı arasında gözleri okşayan bir renkle gülümseyen bir bisküvi gösterdi:

      “Pöti bör!.. İster misin?.. Beğenmiyor musun? Canın isterse!..”

      İki parmağının arasında, zarif bir hareketle fincanında kaymak tutmuş kakaosuna batırdı. Dişlerine götürerek bir hanım kız ya da daha çok zevkine düşkün bir kedi zarifliğiyle ısırdı.

      “Ne güzel, ne güzel!” dedi. “Bu bisküvi İngilizlerin! Zaten bu onlara özgü gibidir. Dünyanın bütün bisküvilerini denedim. Onlarınkiyle kıyas kabul edecek bir tanesine rastlayamadım. Her milletin kendisine özgü güzel şeyleri vardır. Bakınız, şu kakao da Fransız yapımlarından. Ayrıca ben çikolata ile kakao arasında da bir ayrım yaparım: Çikolata için İsviçre’yi yeğlerim. Sen bu düşüncede değil misin?..

      Hep susarak dinliyorsun! Çok iyi biliyorum ki kakaonun bu kadar kaymak tutmasına şaşıyorsun!..”

      Ben susuyordum. Çünkü araya bir tek söz bile sıkıştırmama fırsat vermiyordu. Hiç olmazsa bir şey yapmış olmak için eğilerek kakao fincanına baktım. Gerçekten yağlı ve kaymaklı görünüyordu.

      İhtiyar dostum bu sırada kızartılmış ince bir dilim francalanın üstüne bıçağının ucuyla kayısı reçeli sürmekle uğraşıyordu. Ve bunun için önceden tadını hayaliyle tadarak gözleri haz duyan bir gülümsemeyle süzülüyordu ya da benimle hafiften alay ediyordu. Dedi ki:

      “Francalayı da tavsiye etmeye değer buluyorum. Katıksız Amerikan unu iledir. Demin çikolata için İsviçre’yi yeğlediğimden söz ediyordum. Konsantre süt için de öyleydi. Ama bir süredir bu kanaatimde bir sarsılma var; şimdi Amerika’nınkileri yeğlemeye başlıyorum. Kakaonun seni imrendiren yağını, kaymağını veren odur. Yani Amerika’nın şekerle hazırlanmış yoğunlaştırılmış sütü…”

      Kapağı yarım açık teneke kutuyu bana uzatarak:

      “Denemek ister misin?

Скачать книгу