Lale Devri. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Lale Devri - M. Turhan Tan страница 7

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Lale Devri - M. Turhan Tan

Скачать книгу

Abdurrahman Ağa’yı tarassut altında tutmak istiyordu. Zira yüzlerce harem ağası onun emri altında idi, bütün kadınlar ve kızlar yine onun idaresine bağlıydı, içine ne kuş ne horoz girmesine imkân olmayan haremin anahtarları da Abdurrahman’ın elinde bulunduğu için padişah bu adama karşı son derece uyanık bulunmak zorunda idi.

      Koca bir isyan ordusunun evler basıp çarşılar yağma ettiği, şunu bunu öldürdüğü ve taht devirdiği sırada sarayın ve harem dairesinin emniyetini korumak için ancak bu tedbiri düşünebilmiş, İbrahim Efendi’yi kızlar ağasının yanına yerleştirmişti. Bu zeki adamın her şeyi göreceğine, sezeceğine kanaati vardı. Aynı zamanda onu yanı başına, haremin eşiğine getirmiş oluyordu.4

      Artık “Yazıcı Efendi” diye anılmaya hak kazanan İbrahim, bu yakınlıktan istifade etmeyi ihmal eylemedi. Sık sık huzura çıkarak taşra ahvalinden efendisine haberler götürmeye koyuldu. Akıllı yazıcı, ordu durumu hakkında en mevsuk bilgileri taşımakla iktifa etmiyordu, isyan sergerdelerinin kurdukları tahakküm şebekesini kırmak için yollar, çareler de gösteriyordu. Fakat kendisi son derece ihtiyatlı olduğundan efendisini de ihtiyatlı davranmaya alıştırıyor ve bütün hamlelerin İstanbul’a dönüşten sonra yapılması fikrini ileri sürüyordu.

      Henüz kendine çekidüzen veremeyen hapsettiği kardeşinin lehine şurada veya burada bir hareket vuku bulmasından da korkan Sultan Ahmed, yolculuk sırasında nahoş bir duruma düşüp de tahtını kaybetmemek için İstanbul’a gitmeyi geciktirmek azminde idi. Yolda baskına uğramaktan endişe ediyordu. İşte bu sırada sabık şeyhülislamın öldürülmesine teşebbüs olundu ve Edirne şehri bütün tarihinde görmediği bir manzara karşısında kaldı.

      Devlet haini, millet haini olarak ilan ve ölüme mahkûm edilmiş olan Şeyhülislam Feyzullah Efendi -yukarıda da işaret olunduğu üzere- Ağakapısı’nda mahpustu. Daha evvelki devirlerde iki şeyhülislamın öldürülmüş olmasına rağmen kendini pek de tehlikede görmüyordu. Çünkü ulemanın peygamberlere vâris olduğuna herkesin inandığını biliyordu ve bu inancın her tehlikeye siper olacağını umuyordu.

      Fakat Çalık Ahmedler, Sipahi Karakaşlar, Yeniçeri Toracanlılar, Cebeci Küçük Aliler, en büyük bir hocayı öldürmekle hocalar güruhuna gözdağı vermek ve güruhun herhangi bir sebeple kendi aleyhlerine ağız açmalarını önlemek istiyorlardı. Yine onlar, sarıklarına bile el değdirilmesi büyük bir günah sayılan hocaların en büyüğünü öldürmek suretiyle, padişahı da korkutmak emelini güdüyorlardı. İsyan başlangıcında Feyzullah Efendi’yi hain olarak ilan ettiklerine göre bu işi yapmak kendilerince bir siyaset borcuydu da…

      Yalnız usule riayet lazımdı. Padişahtan müsaade almak ve şeyhülislamın ilmî rütbesi üzerinden alındıktan sonra canına kıymak icap ediyordu. İsyan elebaşıları bu pek basit zahmeti ihtiyar etmekten çekindiler, kendi hükümlerini yine kendileri bizzat infaz etmeye kalkıştılar ve koca şehri velveleye verdiler.

      Sultan Ahmed, Ağakapısı’na hücum edildiğini ve şeyhülislamın isyancılar tarafından alındığını duyunca Yazıcı Efendi’yi getirtmiş ve asiler arasına girerek ne haltlar edildiğini gözüyle görüp kendisine söylemesini emretmişti.

      Harpten, darptan son derece nefret eden bu adam, Avcı Sultan Mehmed’in ve o da Deli İbrahim’in oğlu idi. Deli İbrahim ise -meşhur olduğu üzere- adam öldürtmekten ve öldürülen kimselerin can çekişini seyretmekten -çıldırasıya- zevk alırdı. Sultan Ahmed, dedesinin bu zevkine -fakat başka şekilde- tevarüs etmiş gibiydi, ölümü ve ölüyü görmekten değil, hikâyelerini dinlemekten hoşlanıyordu. Saltanatı zamanında şunu bunu öldürtmesi bundan ve dedesi gibi kızıl bir zalim olamaması ise kendi ihtiraslarını hoşnut eden daha kuvvetli zevkleri tatmin etmek imkânını bulmasındandır.

      Yazıcı Efendi, omuzuna yüklenen bu vazifeyi de yaptı ve Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin son demlerini takip etti ve bu müşahededen kendi ülküsüne göre istifade etmeyi unutmayarak padişaha şu ağız raporunu okudu:

      “Yaman, çok yaman bir iş oldu sultanım. Dünya kurulalı beri böyle bir cinayet, böyle bir fazahat işlenmemiştir. Bütün Edirne halkı melal içinde lal olup kalmıştır. Ben kulun dahi henüz sersemlikten kurtulmuş değilim. İçimde hem bulantı hem titreme var. Ondan kaziyeyi huzurunuzda zikretmekten çekinirim. Fakat taht u taç sahibisiniz, nik ü bed her vakadan haberdar olmanız gerektir. Ondan ötürü macerayı takrire mecburum. Sipahi Karakaş Mustafa, Yeniçeri Toracanlı Ahmed, Cebeci Küçük Ali, aralarında beş-altı yüz kişi olduğu hâlde Ağakapısı’nı basmışlardı. Bu vaka, şevketli efendime malumdur. Fitne elebaşıları Şeyhülislam Feyzullah Efendi dertmendini oradan alıp kendi çadırlarına götürdüler, işkenceye koydular. Ayan ve nihan bütün hazinelerini söylettiler, ondan sonra burnunu kestiler, kulağını kestiler, dudaklarını kestiler, al kanlara revan olduğu hâlde bir yırtık gömlekle lagar ve uyuz bir beygire ters bindirdiler; Edirne şehrini sokak sokak, çarşı çarşı, meydan meydan gezdirdiler. Zalimler en önde nara atıp sayha koparıp yürüyorlardı: ‘Ey ümmet-i Muhammet, dine ihanet eden devlete ihanet eden rüşvetçi hainlerin cezası budur. Görün; agâh olun, ibret alın!’ diye bağırıyorlardı. Yüzlerce çocuk, o uyuz beygirin ardına takılmışlardı; heyhey çağırırlardı, yuha deyip gülüşürlerdi. Gelip geçenden mecruh ve natuvan şeyhülislama taş atan, küfür savuran oluyordu. Ama halkın ekseri bu nareva zulümden haşyet duyup geri geri kaçıyordu, gözün yumup fesahate şahit olmaktan tevakki eyliyordu. Feci olan şu idi ki sarıklılar ayet okuyup hadis okuyup zalimlerin ayağını kementlemek, bu zulmün önünü almak gereken kendini bilmez bir karış boylu çocuklarla birleşiyorlardı. Alkış çala çala ve cübbelerine zil çaldıra çaldıra alay ardında koşuyorlardı. İşte bu hayhuy içinde şeyhülislam alayı bütün şehri dolaştı, Bitpazarı’na geldi, orada yine mevizalar söylendi, halkın mecruh ve sefil hocaya birer balgam savurması emrolundu. Bu emre herkesten önce hocalar inkıyat gösterdi; dün elen, eteken öptükleri şeyhülislamın yüzüne tükürmeye başladılar.

      Feyzullah Efendi fazla kan zayi etmekten; taştan, tükürükten bitkindi, beygir üzerinde duramaz bir hâlde olup iki yana melul melul sallanıyordu. Sipahi Karakaş Mustafa onun can vermek üzere bulunduğunu görünce ileri atıldı; yumruklayarak ve küfürler ederek bedbahtı beygirden indirdi, ilkin hançerle bir yanını deldi, kalabalıktan da kendini taklit etmelerini istedi. Şimdi iğneden yatağana kadar delici, kesici bir alet yakalayan saldırıyordu, elindeki silahı şeyhülislamın bir yanına sokuyordu.

      Feyzullah Efendi çoktan can verip gitmişti lakin iğneler, çuvaldızlar, bıçaklar, hançerler, palalar, yatağanlar hâlâ işliyordu. Yeniçeri Toracanlı Ahmed, bu gidişle ölünün lime lime olacağını anladığından hemen araya girdi:

      ‘Yeter, yoldaşlar artık elinizi çekin. Çünkü herifi parçalarsanız cenaze alayı tatsız olur.’ dedi. Demek herifin nâşinide bir düşüncesi vardı. Herkes bu düşünceyi merak ettiğinden ölünün etrafında bir sessizlik peyda olmuştu. Toracanlı Ahmed, kendi omuzdaşlarıyla kısa bir fiskos yaptıktan sonra üç-beş kişi çağırdı, onların kulağına bir şeyler söyleyip yola vurdu, yüzünü de halka çevirerek emir buyurdu.

      ‘Zinhar dağılmayın, bekleyin. Şeyhülislam efendi cenaplarına şanlı bir alay düzeceğiz.’

      Ben kulun kılığımı değiştirmiştim, bir yana çekilip seyre dalmıştım. Bir saat mi, bir buçuk saat mi orada durduk. Ölü parçalanmış gibi bir durumda çamurlar içinde upuzun yatıyordu.

      İşte

Скачать книгу


<p>4</p>

Lale Devri’nin müessisi olan Nevşehirli İbrahim Paşa’nın hali tercümesini yazarken enderun tarihi muharriri Ata Bey söyle diyor: “Karaman eyaletinden Niğde sancağında vaki Ürgüp kazasına tabi Nevşehir tabir olunan Muşkara karyesi sükkânından İzdin Voyvodası denmekle maruf Ali Ağa’nın oğludur. H. 1100 tarihinde hemşehrilerini ziyaret kastıyla İstanbul’a geldi, akrabasından eski sarayda bulunan Mustafa Efendi delaletiyle ilkin mezkûr saray helvacıları, sonra baltacıları ocağına girdi ve istidat sahibi olduğu için yine o saray evkaf kâtipliğine tayin olundu. Biraz sonra yazıcı halifesi olmak üzere Edirne’ye çağrıldı. Orada saltanat nöbeti bekleyen Sultan III. Ahmed’in mahremi esrarı ve mutemedi kârgüzarı olmuştu. 1115’te vuku bulan cülus sırasında hatt-ı hümâyûn ile darüssaade ağası Abdurrahman’ın kâtipliğine tayin buyruldu. Birkaç kere vezaret rütbesi teklif olunduğu hâlde kabul etmediğinden padişah nezdinde kadri ve itibarı çoğaldı. (C. 1, s. 153)