Sahan Külbastısı. Мемдух Шевкет Эсендал

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Sahan Külbastısı - Мемдух Шевкет Эсендал страница 8

Sahan Külbastısı - Мемдух Шевкет Эсендал

Скачать книгу

etti: “Yiğit atı görünce bizim elimizde korlar mı?” Hancı da bizi dinliyordu. O, benim sualim ile hiç alakadar olmayarak atın birinin çeki kayışlarını geçirmeye yardım etti ve hayvanın kurumuş sağrısına bir tokat vurarak:

      “Bu İrecep’ten aldığın at değil mi?” diye sordu ve ilave ederek “Buna ne olmuş? Arıklamış!” dedi. Arabacı yanında getirdiği kovayı kuyudan doldurdu. Tekerleklere su döktü ve Hancı’ya cevap vererek:

      “Aslında yufkadır!” dedi.

      Araba koşulmuştu, handan çıktık, tekrar kızgın güneş altında yürümeye başladık. Havada ara sıra girdaplar oluyor ve direk gibi bir toz sütunu kırların yüzünden koşarak yükseliyor ve yerden bir kuş kalksa ufacık bir toz bulutu beraber kalkıyordu.

      Ben, zihnen hep Hancıy’la meşguldüm; Arabacı’dan sordum:

      “Buralarda hiç köy yok mudur?”

      “Vardır.” dedi. “Dehaa! Orada Kurt, onun böğründe Alkalı.” Gösterdiği taraflara baktım, düz ova. Bomboş. Hatta belki bir tümsek bile görünmüyor.

      “Köy görünmüyor!” dedim. O da baktı ve hiçbir cevap vermedi.

      “Buralarda hiç yol kesip adam soydukları olmaz mı?” diye sordum.

      “Geçen yıl asker kaçakları vardı ya birini Mut’ta vurdular.” dedi.

      “Ya öteki?” dedim.

      “O, kim bilir…” dedi. “Ne yana gitti…”

      “Mut’takini kim vurdu?”

      “Kim vurduğu belli olmadı.” dedi. “Geçen yıl bu Hancı’nın avradını dağa kaldırdılardı. Hancı onları Yüzbaşı’ya haber vermiş, onlar da herifin avradını dağa kaldırdılar.”

      “Ee, sonra ne oldu?”

      “Hiç. Karıyı parçalamışlar.”

      Biraz evvel kendisinden nefret ettiğim Hancı’ya acıdım.

      Bu kırlarda yaşamak ne müthiş bir şey. Karısını dağa kaldırıp parçalamışlar! Hancı hâlâ orada yaşıyor. Bir gün gelip kendisini de parçalasalar…

      Şimdi bu ateş gibi yanan düz ova benim gözüme karanlık, ormanlı dereler gibi korkunç görünüyordu. Birdenbire uzakta Hasan Dağı’nın dibinde tatlı bir serap gördüm. Durgun bir su gibi görünüyordu.

      Suyun boyunca uzanmış ağacın arasında, sanki büyükçe bir köy yahut şehir vardı. Acaba dünyada hiçbir göl bu kadar güzel midir? Hiçbir şehir bu kadar güzel olur mu? Ağaçlar ve şehrin gölgesi suya ne güzel aksediyordu. Şüphesiz tabiat, insanları bu ıssız çöllerden çıkarmak için ufuklarında böyle tatlı seraplar icat ediyor diye düşündüm.

      Acaba Arabacı serabı biliyor mu diye merak ettim.

      “Bu görünen göl neresidir?” diye sordum.

      “Göl yoktur! Öyle görünür!” diye cevap verdi.

      “Gölü görmüyor musun?” dedim. “ ‘Göl yoktur.’ olur mu?”

      “Göl yoktur!” diye tekrar etti. “Öyle görünür.”

      Anladım, daha ziyadesini o da bilmiyor, merak da etmiyordu. Sustum. Serabı seyretmeye başladım. Bu defa Arabacı söze başladı ve asker kaçaklarının bir defa kendisini nasıl yoldan çevirdiklerini, dövdüklerini, “Parayı çıkar!” diye bıçak batırdıklarını, sonra nasıl çırılçıplak soyduklarını ve sonra da ekmeğini alıp kendini bıraktıklarını anlattı.

      “Ee, atlarını almadılar mı?” dedim.

      “Atları n’edecekler?” dedi.

      “Üstüne biner giderler!”

      “Benim atlar yaramazdı!” dedi. “Arıktı. Başlarına bela mı alacaklar?”

      “Ee, sen şimdi korkmaz mısın?” dedim. “Bak, bıçak batırmışlar, dövmüşler!”

      “Ne korkayım!” dedi. “Dövdüler, koyup gittiler. Kaymeleri bulamadılar ya.”

      “Vay, sende kayme de mi var? Onları nereye saklamıştın?”

      “Sakladım.” dedi. Fakat yerini söylemedi.

      “Ee… Seni kesseydiler, ne yapardın?”

      “Kessin, yine de demezdim.” diye güldü ve atlarını kamçılayarak “Ben adama para mı veririm?” dedi. “Gebertse de vermem!”

      Ben ise böyle bir vakaya tesadüf etsem canıma dokunmasınlar, bana eziyet etmesinler diye evvela paraları çıkarır ortaya dökerim. Bu fikrimi Arabacı’ya da söyledim.

      “Ahh…” dedi. “Öldüreceği varsa parayı alır, yine de öldürür.”

      “Ee, bir daha önüne çıkarlarsa diye korkmaz mısın?

      “Korkup ne göreyim!” dedi.

      Düşündüm, haklı. Sustum.

      Aramızda bir daha lakırtı olmadı. Arabacı uyuklamaya hazırlanıyordu. Benim de gözlerim kapanıyor, yaylının içinde uzandım. Yattığım yerden serabı seyreder, düşünürken uyumuşum. Rüya mı görüyorum yoksa kabus mu basmıştı bilmem, bana haydutlar bizi basmışlar gibi geldi. Arabanın içinde bağırarak uyandım. Arabacı’yı da korkutmuştum. Dehşetle, bir müddet birbirimizin yüzüne baktık. Bor bahçelerinin içinden geçiyorduk. İki tarafta kerpiç duvarlar arasında ağaçlar uzanıyordu ve latif bir akşam serinliği ortalığı kaplamıştı. O cehennem ateşleri saçan ovayı geçtiğimize memnun oldum.

      ÇAYA GİDERKEN

      Lise talebesinden Necdet Efendi, on dokuz yaşlarına göre gürbüz, idmancı bir genç; arkadaşı, yeni banka memurlarından Suat Selâmi’nin evinde, ayna önünde maşa ile saçlarını kıvırıp dalgalandırmaya uğraşıyordu.

      Suat Selami, maroken27 kanepe üstünde tıraş oluyor ve Necdet’e mektebe dair sualler soruyordu:

      “Necdet! Sizin sınıfta hayvanat da okutuyorlar mı?”

      “Hayır, yalnız insanları okuturlar.”

      “Alayı bırak, sahi hayvanat okutuyorlar mı?”

      “Okuturlar.”

      “Nereye kadar geldiniz?”

      “Vallahi, pek farkında değilim! Galiba cihaz-ı teneffüsideyiz.”28

      “Hâlâ cihaz-ı teneffüside misiniz?”

      “Ne sandın ya?”

      “E,

Скачать книгу


<p>27</p>

Maroken: Fas’ta işlenen yumuşak bir türk keçi derisi.

<p>28</p>

Cihaz-ı teneffüsi: Akciğer.