Yaban Gülü. Güzide Sabri

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Yaban Gülü - Güzide Sabri страница 5

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Yaban Gülü - Güzide Sabri

Скачать книгу

bildiren bir telgraf çekildi ve o hafta hareket eden posta vapuru ile hareket olundu.

      Rahmi Bey’in merhum biraderi Emin Bey’in konağında aile reisi olarak Feridun’un annesi Süreyya hanımefendiden başka kimse yoktu. Bu hanenin idaresi ve geçimi pek muntazam olup Emin Bey hayatta iken bile bir şeye karışmazdı. Evin bütün idaresi hanımefendinin nezareti altındaydı. Zaten serveti tamamıyla kendine ait olup bunu da pek yolunda idareye muvaffak olmuş ve hayattaki bütün mesai ve muhabbetini yegâne oğlu Feridun Bey’e hasrederek çocuğun tahsili ve terbiyesine ait vazifelerini ancak ifa eylemişti.

      Feridun, yirmi altı yaşında bir genç olduğu hâlde babasından ziyade annesinin nüfuzu altında yaşardı. Bu idareli kadın, oğlunu akranları arasında en ciddi ve metîn bir tahsil ile yetiştirmişti.

      Feridun arkadaşları arasında ahlakının iyiliği, terbiyesi, zekâsı ve iktidarı ile tanınmıştı. Şimdiye kadar hiçbir kadının arkasından koşmak için yorulduğunu hatırlamayan bu genç adam bu adi heveslerden, geçici sevgilerden nefret eder; aşkı bir oyun, bir eğlence olarak kabul edenlere teessüfle bakardı.

      Kendisi aşkı, ancak pek yüksek kalplerde yaşayan ve pek kıymettar bir his olarak tanırdı. Onu hiç incitmeden, hiç kirletmeden, hiç hırpalamadan muhafaza etmek isterdi. Henüz daha kimseyi sevmiyor, daha doğrusu sevemiyordu. Bu kadar yüksek gördüğü aşka layık bir kalp arıyor; ölmeyen, eskimeyen, çürümeyen bir bitkiyle bunu orada yaşatmak emelini besliyordu.

      Hanımefendi, oğlunun şimdilik sevmek hissinden uzak yaşadığına ve muhabbete bu derece hürmetkâr olduğuna son derece memnun olmakla beraber bu yüksek düşünce ile hiçbir vakit istediği aşkına ulaşamayacağına emin olduğu Feridun’a her suretle kendi beğendiği gibi bir kız alacağını düşünerek seviniyordu.

      Bu kadının en büyük kusur ve en çirkin ahlakı, kibirli olmasıydı. Hemen hemen kendinden aşağı olanlarla lakırtıya tenezzül etmeyecek kadar gururu vardı. Asaletini, mevkisini pek yüksek görür ve bundan mahrum olanları hor görürdü. Sözleri pek ağır ve pek vakurdu. Hiçbir kadını, hiçbir kızı oğluna layık göremezdi. Tahakkümü pek sever ve dünyada kendisinden başka kimsenin aklıyla, sözüyle hareket etmez, kimsenin fikrini beğenmezdi. Bununla beraber Feridun, annesini son derece hürmet ve muhabbetle sever ve onun hükmeden ve mağrur bakışları karşısında daima hürmetle söz söylerdi.

      Bir akşam Feridun elinde bir telgraf ile geldi.

      “Anne.” dedi. “Müjde, amcam geliyor!” Hanımefendi buna cidden memnun olmuştu. Zira kayınbiraderini hürmetkâr bir muhabbetle sevdiği ve senelerden beri görmediği için bu haber onun gözlerinden yaşlar getirerek: “Ah…” diyordu. “Merhum baban da sağ olaydı da bu sevinçli günü göreydi!”

      Artık her an, bu muhterem yolcuların gelecekleri gün beklenmeye başlandı. Hanımefendi kayınpederinin bir zevcesi ile bir de evlatlığı olduğunu biliyordu. Aynı zamanda bunların seviyelerinin derecelerini düşünüyor, bu kadının elti denmeye layık olacak meziyetlere sahip olup olmadığını merak ediyor, sonra her ne olursa olsun kayınbiraderinin hatırı için bunlara hürmet etmeye mecbur olduğunu hatırlayarak her şeyi hoş görmeye razı oluyordu.

      Bugün Emin Bey’in konağı önünde üç araba durmuştu. Nihayet on günden beri beklenen yolcular gelmişlerdi. Hanımefendi derhâl aşağıya koşmuş, hürmetle misafirlerini karşılamıştı. Salona çıkıldığı zaman tanışma merasimi yapılmış, hanımefendiyle Rahmi Bey ve Feridun, merhum Emin Bey’in hatırası ile bir hayli ağlamışlardı. Rahmi Bey, Feridun’la iftihar ederek ve gururla bakarak:

      “Aman ya Rabbi.” diyordu. “Ne kadar değişmiş, ne kadar güzelleşmiş!” Sonra eliyle omuzlarını okşayarak:

      “Aslan, Allah’a emanet aslan… Vapurda yolcuları karşılamaya gelenler arasında ben hâlâ bundan pek çok sene evvel bıraktığım küçük Feridun’u arıyordum. Birdenbire karşımda amca diye hitap eden bu koca adamı görünce öyle bir şaşırdım ki âdeta utandım…”

      Bu söze hep birden gülüştüler. Rahmi Bey Feridun’a dönerek:

      “Söyle bakayım; sen beni nasıl tanıdın, sevgili çocuk?”

      Feridun amcasının bu sualine gülerek:

      “Resminizden.” dedi. Sonra ilave etti: “Ruhun yakınlığı da yardım etti amcacığım.”

      Hanımefendi eltisini pek beğendi. Zira onun da karşısındakine yüksekten bakan mağrur ve hükmedici bakışları vardı. Yalnız Leyla kendisini beş-on dakika meşgul etmişti. Kayınbiraderinin senelerden beri büyütüp terbiye ettiği bu kızın cidden müstesna bir mahluk olduğunu teslim etmekle beraber onun bir evlatlık olması, adi ruhlu bir köylünün kızı bulunması derhâl bu istisnalığı silmiş, mahvetmiş olduğundan artık onunla meşgul olmaya hiç lüzum görmemişti.

      Feridun, pek şen ve pek memnun bir hâlde amcası ve genç yengesi ile meşgul gibi görünüyorsa da tuhaf bir cazibenin tesiri altında bulunuyordu. Niçin olduğunu bilmeden ruhu garip bir haz içinde uyuşuyor, gözleri önleyemediği bir kuvvetin sevkiyle bir noktaya saplanıp kalıyordu.

      Leyla salonun uzakça bir tarafına çekilmiş idi. Güzel yüzünde yolculuğun yorgunluğu, tavırlarında belirsiz bir yabancılık vardı.

      Feridun ise bu beklenilmeyen cazibeye karşı hüviyetinin sarsıldığını, kalbinin şimdiye kadar hissetmediği bir heyecanla çarptığını duyuyordu. Bir-iki defa ona bakmak istediği hâlde kalbinin sık sık atışı metanetini eziyordu. Bu ne idi? Nasıl bir kuvvetti?.. Şimdiye kadar hiç düşünmediği, hemen mevcudiyetinden bile haberdar olmadığı, hatta hiç ehemmiyet verip beklemediği bu kızın karşısında duyduğu bu zaaf, bu alaka neden ileri geliyordu?.. Henüz ona bir kelime bile söylemeye cesaret edememişti. Feridun son bir gayretle gözlerini bir defa daha ona doğru çevirdi. Bu, uzun ve derin bir bakış oldu. O zaman kendi kendine şimdiye kadar hiçbir vakit bu kadar sihirli gözlere, bu derece masum ve güzel çehreye tesadüf etmemiş olduğunu itiraf etti. Ondan korkmak lazım geleceğini düşündü.

      Müslüman kadınlarında misafirlere gösterilen hürmet öyle Avrupa kadınları gibi birtakım formalite altında bulunmadığından Pakize Hanım ile Leyla biraz yorgun göründükleri için kendi evlerindeymiş gibi bir müddet odalarına çekildiler.

      Leyla’nın yalnızlığa, sükûnete olan ihtiyacı bunu kendisine bir saadet olarak hissettirmişti.

      Odaya girer girmez hemen bir kanepe üzerine oturdu. Başını elleri arasına aldı. İki saatten beri ruhunu ezen tesirli bakışları düşünüyordu. Fakat onlar niçin ve ne maksatla kendisine o kadar derin, ta içine işlemek isteyen kuvvetle bakmışlardı? Bazı hayret, bazı takdir, bazı mağlup ifadeler ile ruhuna nasıl anlaşılmayan sırlar vermeye çalışmışlardı? Geniş ve karanlık bir çölden ibaret gördüğü hayatına ne ışıklı ümitler serpmek istemişlerdi?

      Ümit… Lakin bu ne tatlı, bu ne kadar okşayıcı bir kelime idi! Bütün hüviyetini ılık ve kendinden geçiren bir şiir ile okşuyordu! İnsanları aldatan, hayatın yoluna boyun eğdiren ümit ona şimdi en candan tebessümler ile gülüyordu.

      Akşam yemeğinden sonra bahçe üstündeki salonda toplandılar. İki saatlik istirahat, yolcuların yorgunluğunu biraz almıştı. Hanımefendi pek iltifatkâr bir tavırla, misafirleri ile meşgul görünüyor,

Скачать книгу