Beyaz Kelebekler. Rahimcan Otarbayev

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Beyaz Kelebekler - Rahimcan Otarbayev страница 9

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Beyaz Kelebekler - Rahimcan Otarbayev

Скачать книгу

beceremeyen sivilcili delikanlı ile göbeğini açık tutan kız, dondurma yiyerek gülüyorlardı…

      “O gün evleniriz” diyerek Nikah Sarayından Sırğalı’yla beraber çıkmıştı.

      “Bir ay çabuk geçti, düğün de bitti, yurtdışına mı çıksak,” diye Sırğalı konuştu.

      “Nereye, yoksa Afrika’ya mı?” Tövbe! Dalga mı geçiyordu kadıncağızla belli değildi.

      Karısı, batan güneşin ateş rengine çalınmış gibi öfkesini gizleyemedi:

      “Hayır, Jarbay’a gideriz. Hem uzak değilmiş.”

      İkisi de eksik gediği konuşarak gülmeye başladılar.

      Öğleden sonar, şeytanın işine karışır gibi acele ediyordu. İşine geldiği anda, “Alima’yı ambulans götürdü!” haberini duydu.

      “Su içerek bayıldı!”

      “Su değil, zehir içti!”

      “İçirdiler, evet içirdiler!”

      “İçinde yedi aylık bebeği varmış!” diyerek çarşıdaki kadınlar daha da çok abartarak dünyayı velveleye getirdiler. Koştu. Hastanenin kapısının önünde Sırğalı’yla karşılaştı. Bu da nereden çıktı?

      “Senin ne işin var?” dedi Sırğalı dikilerek. Yüz rengi değişti. Gözleri fal taşı gibi açıldı.

      “Sana ne?”

      “Ne diyorsun sen?”

      Ameliyat masasına doğru acele etti. İhtiyar doktor şaşkın şaşkın baktı. Hemşireler azrail meleğini görmüş gibi bağırmaya başladılar:

      “Durun! Nereye!”

      “Sabırlı ol!”

      “Bizler ne yapılması gerekiyorsa yaptık.”

      Yüzü beyaz kumaşla kapanan mevta, yerinden beyaz bir nur olarak yükseldi. Bildiğiniz Alima idi bu. Su içindeki peri gibi uçuyordu sanki ve Devran’ın yanına yetişti. Hüzünlüydü doğrusu. Biraz suçlar gibi durakladı, sonra buharlaşarak yukarıya doğru yükseldi. Yanında ise bahardaki elma ağacının çiçeği gibi beyaz kelebek uçuyordu… beraber uçtular…

      Uzun yol katetti. Yine çarşıya Doğru yürüyordu. Her gün böyle. Susuzluktu takatini kesen…

      Bu sefer kimse yolunu kesmiyordu. Kalabalık dağılmış gibiydi. Topal nine de, oğluna kızan dede de yoktu. Fakat sivilcili delikanlı gövdesi açık olan kızı belinden tutarak yürüyordu.

      “Seni şimdi yerim!” der.

      Baş belası delikanlıya bir bak, kızı sadece kucaklamıyordu, belinden okşuyordu.

      “Doyabilecen mi?” der kız.

      “Doymazsam yine yerim!”

      Öküze yazık oldu. Okutacağım diye öküzü satmıştı. Delikanlının okumayla işi yoktu. Böylece babasını yarım yolda bıraktı…

      Evlenen Devran ile Sırğalı’nın arasına yerleşmişti o beyaz nur. Bu sefer hüzünlü değildi. Kimseyi suçlamıyordu. Aksine bir ümit hissi yeni maceralarıyla korkutuyordu.

      “Hayır, ne olur!” der gibi dudaklarını ısırarak kafasını sallıyordu. “Hayır!”

      Bahardaki elma ağacının çiçeği gibi beyaz kelebek, gayb aleminden inen ak nur ile Devran’ın arasında devamlı uçuşuyordu. Gözleri bulandı. Beyaz kelebekler çoğaldı. Ezgi ise aynı ritmiyle çalıyordu. Sanatçı Bekbolat “Milletim benim” türküsünü söylüyordu.

      Bayılarak yere yıkıldı!

      O andan sonra rüyasındaki beyaz kelebekler bunu hep kovalar oldular. Dudakları kurudu, uyanıverdi.

      “Nikâh kesilmeden dünyaya gelen bebek, her iki âlemde de babasını aramaktadır.” demez mi birisi çarşı girişinde. Dolgun bir sesti. Etrafına baktı. Çuval taşıyan işçilerin sesi değildi. Onlar yanından geçerken fark etmiyorlardı bile. Meğer bu annesinin sesiymiş. Çocukluğunda duyduğu şey yeniden dirilmişti.

      Alima’nın daha önce satış yaptığı yere gelerek dilenciler gibi oturdu.

      “Su istiyorum! Su verin lütfen! Su! Su!”

      Her gün zikir gibi dilinde dolandırdığı bu kelimeyi bugün de tekrar etti. Kimden sorduğunu bilmiyordu. Kimden dileniyordu, o da belli değildi. Kimseden cevap beklemiyordu. Böylece, akşama kadar söylenir dururdu. Artık yaptığı iş buydu.

      Beyaz kelebekler… Kanatlarını çırpan beyaz kelebekler…

      TERK-İ DÜNYA

      Gece vakti idi. Korku salan karanlık bir gece. Evin yanındaki Tyan Şyan restoranından çıkan müziğin sesine bayılan gençlerin ancak gürültüsü uyanıktı. Caddede birbirine karşı gelerek geçen arabaların sesi de dinmişti. Sadece yatağından kaçan, gönlü serserileşen birinin taksisi, geniş odayı bazen aydınlatarak geçerdi.

      Bilim adamı Salamatin’in dul kalan eşi, üzerine örttüğü yorganı değil, kendisini bir türlü uyutmayan derin düşüncelerinin ağırlığını hissederek bir of çekti. Sağ tarafına uzanarak kocasının eski yerini sıvazladı. Soğuktu. Vücudu titredi.

      “Gerçekten vefat etmişse, kara toprak şimdi onu ısıtıyordur,” dedi fısıldayarak. Vefat eden kocasının yatağını sızvazlarken bu acı duygu sancı çektirir. Sanki mide ağrısı gibi. Kalbinin dibinde düğümlenen bir dayanılmaz bir ağrı!

      Kendisini teselli etmek ister gibi kısa kesilen, yeniden doğan kuzu yünü gibi kıvırcık saçını parmaklarıyla taradı. Gözlerini kapayarak pamuk gibi yumuşak avucuyla alnını sıvazladı, alın çizgilerine eli takıldı… Ateş püsküren gözlerinden ateşi sönmeye başladı… Keşke sanatçılar gibi yüzünü çektirseydi ya! Artık pudranın da gücü yetmiyordu. Gönlünü yalnızlık pençelemişti sanki. Dul kadının yüzüne bakıp da sevinen kim olur?

      Kaşları da bakımsızdı. Normalde aynanın önünden çıkmazdı; ince, eğri demir kıskaçla kaşlarını yolarak nisan ayında doğan hilal gibi güzelleştirirdi.

      “Mahpeykerim benim, ilk evlendiğimiz günden beri yoluyorsun şu kaşlarını. Kaşların biterse, neyi yolarsın?” derdi Salamatin, saçı dökülen kel kafasını oynatarak. Sonra güzel yüzü parlar ve gözleri değil, gözlüğü gülerdi. O gülerken tüm vücuduyla sallanarak gülerdi.

      Bundan kırk sene önce, kendisi söğüt ağacı gibi dalgalandığı günlerde Salamatin henüz doktora öğrencisiydi. Dükkândaki piliç tavuklar gibi tıp üniversitesinin morgunda yatan ölü insanların bağırsaklarını çıkartıp kanlı neşterini aldırmadan yerleştirip, kalem ile kâğıdı eline alarak kendi kendine mırıldanıp

Скачать книгу