Hayyam'ın Konukları Matematik ve Şiir. Анонимный автор
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Hayyam'ın Konukları Matematik ve Şiir - Анонимный автор страница 7
Sabbah uzun uzun esnedi.
“Burası ne kadar sakin!” dedi. “Tütsülerin dumanı genzimi yaktı! Kendimi yüzen bir balık gibi akışkan hissediyorum.”
Hayyam, hemen sürahiye davrandı.
“Demirhindi şurubu iyi gelir. Şifalıdır. Derince bir nefes al! Şu köşe yastığını al arkana! Emin ellerdesin.”
“Nizam’ın yanındayken sırtım kedi gibi kambur olurdu. Senin yanında huzur ve keyif var.”
“Keyfine bak öyleyse!” dedi Hayyam.
“Zekânın fersah fersah dolaşıp birbirini araması, bilginin ve düşüncenin onaylanması ihtiyacıdır. Nizamülmülk de kemale ermiş bir âlim, lakin siyaset işleri her insan gibi onu da sığlaştıracak belki zamanla!”
Sabbah kendinden geçmişti. Hayyam, emin olmak için sarstı.
“Hasan Sabbah! Hasan Sabbah! Sabaha çok var uyan yahu!”
Sabbah, uyanmak yerine keçeye büsbütün uzandı. Bir güvercin gibi göğsüyle yattığı yerde bir yuva oluşturmak için debelendi. Hayyam keyifle içeriye seslendi.
“Kızlar taşıyın bakalım şu mutsuz adamı! Şu hırs küpünü!”
Rakkase kızlar, Sabbah’ın uzandığı keçeyi cennet sahnesinin tam ortasına taşıdılar.
Herkes köşesine geçip istirahata çekildi. Birkaç saatlik derin, çok sesli, homurtulu bir uykudan sonra Hayyam’ın gayretleriyle Sabbah’ta uyanma belirtileri görüldü.
Hayyam’ın işaretiyle, sazendeler tellere dokunduklarında, bülbüller de musıkiye eşlik etmeye başlayınca bahçe şenlendi. Pervin ile Hayyam uygun yerlere kandiller yerleştirerek hoş bir ışık gölge dokusu oluşturdular. Eşin dostun bahçesinden ödünç alınmış tavus kuşları cennetin renklerine havi yelpazelerini açtılar. Keklikler kafeslerinde gakkıldaşıyor, kalemkaşlar ise sarsak adımlarıyla şaşkın şaşkın dolaşıyordu.
İsfahan’da bağ bozumu zamanıydı. Elbruz dağlarından serin bir tül gibi esen rüzgar, dalgalanan gümüş tenlerin, miski amber kokusunu yüklenerek ıslak bir buse gibi yüzleri okşayıp ciğerlere doluyor, herkesi hükmü altına alıyordu. Yasemin kokulu saçlar; mücevher parıltılı kıvrak bedenler üstünde, sonsuza kadar anılacak büyük bir gecenin nişaneleri olan tuğlar gibi, Meraga nağmeleriyle uyum halinde, şevkle dalgalanıyordu.
Duvardaki iki nişin birinde bir Uygur ikonu vardı. Diğeri boştu. Hayyam, Sılahan’ı boş olan nişe götürdü ve orada hareketsiz durmasını istedi. Sılahan bir heykel sessizliği içinde durmak fikrine şaşkın ve mahçup direnmeye çalıştı.
‘İnanır mı ayol? O kadar saf mı arkadaşın?’ diyecekti, caydı. Boş olan nişin içinde heykel sessizliğine gömüldü.
Hasan Sabbah kımıldadı. Gözlerini açtı. Hayyam kaçarken Sıla’yı oracıkta unuttu.
Sabbah’ın ilk gördüğü, burnunun ucundan paytak paytak geçen kalemkaşlar, bembeyaz nişin içinde canlıymış gibi duran heykeller oldu.
Ünlü sazende Pervin, Sabbah’ın yüzüne bir melek gibi eğildi. Misk ve amber kokusu sinmiş bir merhem ile şakaklarını şefkat ile ovmaya başladı.
“Çileli dünya hayatınız bitti!” diyordu, gülmemek için kendini zor tutarken.
“Artık cennetin sınırlarında konuğumuzsunuz. Hizmetinize amadeyiz efendimiz!”
Sabbah’a tanıdık ve dost geliyordu Pervin’in güzel yüzü. Kim bilir hangi mecliste karşılaşmış, pek büyük bir ihtimalle de uzaktan yutkunarak bakmıştı Pervin’e daha önce. Çok da genç olmayan Pervin, ay ışığı ve kandillerin yumuşak aydınlığında bir peri kızı gibi görünüyordu. Yaşlılık mefhumu, Sabbah’ın kanına karışan hayaller ilacının kıvılcımları sayesinde, en uzak yıldızların ardına saklanmış gibiydi.
Ömrü, insanları eğlendirmekle geçmiş Pervin, yalnızca sözleriyle değil oyunculuktaki ustalığıyla da Sabbah’a artık cennette olduğunu hissettiriyordu.
Sabbah, tavus kuşlarını da fark etti.
“Biz, dünyanın renklerine beyhude yere hayran kalmışız! Gerçek renkler böyle olurmuş!” diye mırıldandı. Türlü meyveler sarkan ağaçlara göz attı. O zamana kadar şadırvanın önünde salınan rakkaseler canlanan müzikle birlikte en kıvrak hareketlerle yaklaştılar.
Sabbah doğrulup oturdu. Pervin’in sunduğu nadide meyvelerden tattı. Ayağa fırlayıp haykırmak istiyordu fakat vücudunun ağır olduğunu hissediyordu. Belki vücudu hafifti de görünmez bir güç kendisini yere çekiyordu.
Bir başkası olsa, bu muhteşem sahnede kaderine razı olurdu. Lakin koca Hasan Sabbah çetin cevizdi. İyice cesaretini ve gücünü topladıktan sonra aniden ayağa kalktı. Nar ağacından bir portakal kopardı. Etrafına bakındı. Sonra Pervin’e döndü.
“Üç beş tane huriyle, bir iki sahte ağaçtan kurulu cennete kanar mıyım ben?” diye çıkıştı.
“Herhalde!” diye omuz silkti müzik ve gösteri meclislerinin ustası hazırcevap Pervin. “Biz de biliyoruz olmayacağını!.. Lakin böyle huysuz bir edayla sormasaydın açıklayabilirdim.”
Sonra misvakla parlattığı sedef dişleriyle güldü.
“Cennet, tıpkı Kaşan bağının iri gülleri gibi katmer katmerdir. Burası henüz sonsuz cennetin eşiği, daha başlangıç! İyi halin görüldükçe daha geniş köşeler açılacak ufukta! Kademe kademe, yavaş yavaş!” dedi.
Hasan Sabbah, Pervin’e tamamen inandığından değil lakin vücut kimyasındaki değişiklikten dolayı şaşkındı.
“Renkler katmer katmer! Her şey canlı!” diye kekeledi.
İran’ın, Turan’ın en kıvrak melodileri Elbruz dağlarından esen serin rüzgarla çalkalanıp kalplere doluyor, allı turnaların aşk mevsimi peşrevlerine benzer bir zarafetle rakkaseler dönüyor, parmaklarında ziller, ayaklarında halhallar, bileklerindeki altın halkalar en şuh çınlamalarla bu müstesna şölene eşlik ediyordu.
Beyaz ayak bilekleri üstünde uçuşan tüller arasından kıvrak bedenler, çiğ düşmüş tenler, kuğu boyunlar hayal gibi görünüyordu. Semerkant, Fergana vazolarının kulpları gibi ince kolların ucunda belli belirsiz hissedilen pembe parmaklar, dalga dalga ritimle yükseldikleri göklerin derinliklerindeki yıldızlardan yalnızca hissedebilenlere has olan şiir ve aşkı, şevkle sağıyordu.
Tenler gümüş, dudaklar altın, gerdanlar fil dişindendi. Rakkaseler döndükçe ince ipek şallarından savrulan hoş kokuları yüklenen serin rüzgar kalplerde uğulduyor, başları döndürüyordu.
Sabbah, imbikten bizzat süzmüştü ilk gençliğinde Tibet geyiğinin misk keselerinden elde edilen miski ve amber