Bir Öğle Vakti. Rahmi Ali

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Bir Öğle Vakti - Rahmi Ali страница 4

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Bir Öğle Vakti - Rahmi Ali

Скачать книгу

style="font-size:15px;">      “BİZİM HİKÂYEMİZ”

      Boşalan yeni bir yazıhaneye taşınmıştım. Bir masanın gözünde unutulmuş siyah kaplı bir defter bulmuş, sahibi gelip alır, diye -belki de- bir ay beklemiştim. Kimseler gelip aramayınca çöp kutusuna atmayı düşündüm bir ara, sonra buna gönlüm razı olmadı. Bir suçluluk duygusuyla defteri açtım, baktım; estetik, güzel bir el yazısıyla doldurulmuş bir defter. İlk sayfaya bir göz attım merakla. Allah Allah; “BİZİM HİKÂYEMİZ”… Yoksa bir aşk hikâyesi mi bu, diye okumaya başladım.

      “Şirketin ısrarıyla bu yaştan sonra bilgisayar kullanmaya başladım. Kısa zamanda da alıştım. Bu ne kolaylık… Bilgisayarın girdisini çıktısını bilen tanıdık gençler çok. Hele bu “internet” meselesi ortaya çıkınca -bu aletten hoşlanmadığımı bildikleri halde- abi, bir de “Google” denilen bir programa bağlayalım seni, diye üsteleyip durdular. Orada kalsalar ya; abi, bir de “facebook” olayı var ki, 50 yıllık okul arkadaşlarınla buluşup kendileriyle yazışabilir, konuşabilirsin. İnanmam; vallahi abi, doğru; hele bir gör, bize nasıl hak vereceksin. Gençleri kırar mıyım ben; hadi yapın da görelim bakalım, dedim. Ondan sonra ne olduysa oldu. Bir baktım, kısa bir zamanda “Falanca, seninle arkadaş olmak istiyor; onayla, sil…” İnsanları kırmaya alışmamışız yıllar boyu… “Onayla”, “onayla”; kısa zamanda yüzlerce arkadaş… Doğum günleri “arkadaşların”. Bir şey demesek ayıp olmaz mı; “Doğum gününüz kutlu olsun”, “Nice yıllara”, kimilerine “sağlıklı, huzurlu yaşlar…” Bu olay beni de sarmaya mı başladı ne, gözlerim gönderilerde. O ne gönderi, ne paylaşımlar; köpek tokatlayan kediler, ağlayan sahibinin gözyaşlarını silen köpekler, lastik gibi kıvrılıp bükülen kadınlar, güzel doğa manzaraları, rüyalarımızda bile göremediğimiz şahane evler… Hadi yemekleri söylemeyeyim.

      Bir gün tanımadığım bir bayandan bir arkadaşlık isteği… Arkadaşları seçerken kendilerini az-çok tanıyorum ya; ona göre onaylıyorum. Ama bu arkadaşlık isteğinde bulunan bayanı hiç mi hiç tanımıyorum. Birkaç gün düşündüm. İstek hep gözlerimin önünde… Acaba ne yapsam; diye düşünürken, içimden gelen bir ses, karşı konulmaz bir istek, beni “onayla” düğmesine doğru itiyor. Bir gün dayanamayıp o düğmeye “tıklıyorum…” Çok geçmeden birkaç beğeni, birkaç gönderi; derken bir gün “özel mesaj odamda ürkek bir yazı: “Nasılsınız”, “belki haddimi aşıyorum ama size “özel, yazmak geldi içimden…” İçimde büyük bir belirsizlik, ne yapıp ne diyeceğini bilememenin şaşkınlığı… Ah, neler geçmedi aklımdan. Yok, herkes “kötü” olamaz dedim kendi kendime. Sanki soğuk bir kış gününde ben -güya- harıl harıl yanan sobamın başında ısınırmışım da dışarıda kimsesiz, yalnız kalmış üşüyen bir kuş pencereme gelmiş, gagasıyla camı tıklatıyor… Böyle bir duygu gelişiyor içimde. İşte böyle bir “çocuğum” ben. Ama yine de temkinliyim. “Buyurun, anlatın, diye yazıyorum. Bana istediğiniz şeyi anlatabilirsiniz…” Büyük bir duraksama. O anda karşımdaki kadının titrediğini hissediyorum. Hemen -zaten baştan adından hoşlandığım- bu kadının “profiline” gidip hayat hikâyesine bir göz atıyorum ki “ah, diyorum, neler düşündüm ben, bu da benim gibi gönlü yaralı bir kuş… Geçmişimiz, belki de kaderlerimiz büyük ölçüde birbirine benziyor.” Daha sonraki yazışmalarda sık sık dile getirdiği gibi sanki o bir yarım elma da; diğer yarısı ben. Yazıştıkça birbirimizden hoşlandığımızı anlıyoruz. Sonra o mu söyledi önce, ben mi -önemi yok- o tılsımlı söz: “Ben seni seviyorum…” Ardından kendini öne atan o tanıdık, alışılmış cümle: “Ben de seni seviyorum…” Seven biri sevdiğini özlemez mi? Ardından gelen yazışmalar: “Artık sensiz olamıyorum. Çok özledim seni…” “Ya ben; ben seni az mı özledim. Bu gece hiç uyuyamadım…” Arzu, bir doyumsuzluktur, biraz daha ileriye, biraz daha öteye; aslında bir “serap” olan o haz dünyasına durmadan ulaşmak isteriz de bir türlü varamayız.

      Hiç tanımadığım, sadece birkaç resmini gördüğüm, sesini bile işitmediğim bu kadını -bu kadar- merak edişim de ne? Onu alıp o uzak yıllar içine, o bilmediğim, görmediğim yerlere götürüyorum… İlkokul yılları içinde kıpır kıpır, ip atlayan, nefes nefese “yakan top” oynayan bir kız çocuğu. Sonra -güya- köyde yaşayan, bağ bahçelerde dolaşan, elinde bir sepet, kiraz toplayan yanakları al-duman bir kız. Lise, üniversite yıllarının azimli bir öğrencisi, müzikli, danslı yıllar, “Çalıkuşu Romanındaki Feride’nin yaramazlıklarını aratmayan şakalarıyla erkek arkadaşlarını peşinden koşturan, onlara yüz vermeyip yüreklerini istemeyerek acıtan bir “deli kız”… Ardından, ciddi bir mesleğin, öğretmenlik yıllarının o dayanılmaz sorumluluğu…

      Belki de bu düşündüklerimle hiç ilgisi olmayabilir bu kadının, kendisini neden bu kadar sevdiğimi anlayamadığım bu “zalimin…”

      Birbirimizle mesajlaşırken kendisine “sen ne zalim bir kadınsın böyle” diye takılırken “ah, ne olur yapma, söyleme böyle, ben çok yalnız, aşka doymamış, kendini çok yalnız hisseden bir kadınım. Sen bari anla beni. İçimdeki o “anlaşılmaz his” işte beni anlayacak olan adam bu, diye kendimi inandırdığımda büyük bir heyecanla sana arkadaşlık isteğinde bulundum. Senin o “mesaj odana” ilk kez gelişimi, sanki biraz haddimi aşıyorum galiba” dediğim günü hatırlamıyor musun? Ah, ne haldeydim beni öyle inanılmaz bir anlayışla karşıladığın an nasıl köşeme çekilip hüngür hüngür ağlamıştım. Hatırlıyor musun, sana yapma ne olur, şu anda bilgisayarımın üstü gözyaşlarımla ıslandı, demiş, mesajıma uzun bir süre ara vermiştim…

      Anlamıyorum; biz insanlar -hadi bazı insanlar diyelim- neden böyleyiz. Şimdi ne ilgisi var bunları düşünürken kendimi bambaşka yerlerde bulmamın, oralarda sanki yitirdiğim çok önemli bir şey varmış da onu –umutsuzca da olsa- aramalarım… Gel de anla bunu… Ta 1950’li yıllar içinde, Anadolu’nun küçük bir kasabasında tabanı toprak bir sinema salonunda seyrettiğim “Ezo Gelin” de ne. Fatma Girik’in düşlerimize giren o gözleri, çilesi, acınası halleri yüreklerimizi dağlıyor. Sinemadan çıkarken o yarı karanlık koridorlarda burunlarımıza gelen kavrulmuş tuzlu çekirdek kokuları hala aklımda. Hele o kadınların hıçkırıklar arasında gözyaşlarını silmeleri, bana o yıllarda okuduğum Kerime Nadir’in “Hıçkırık” romanı sayfaları arasına götürüyor. Kimdi o durmadan ağlayan kadın; Handan mı, Nalân mı; hatırlayamıyorum.

      O ne yazışmalar; enikonu bu işin müptelası oldum, gittim. İşlerim bittikten sonra “haydi bakalım “facebook” sayfasına. Önce bir “dört yapraklı yonca” işareti… “Hayatım orada mısın?”; “Ah canım, sabahtan beri bekliyorum seni. Ben sensiz olamıyorum. Sevgisiz, aşksız geçti bunca yılım. Ben susuz kalmış bir çiçek bahçesiyim. Bu sözümün ardını sen düşün…” “Yapma tatlım; beni çileden çıkarıyorsun…” “Ah, ne hınzırsın sen; hadi gel; dayanamıyorum…”

      Bir yerlerde okudum yakınlarda: “Keşke her şeylerini anlatmasaydın” diyor birileri sevdiği kadına. Bana hayal edebileceğim bazı yerlerini bıraksaydın” anlamında bir söz. Hayal etmek; o ne derinliktir, insanları kendi hayal âlemimiz içinde düşünmek, sevmek, o ne sihirli bir dünyadır? Kadının hayat hikâyesinden bazı şeyleri öğrenince birden kendimi “Ben bir göçmen kızı…” sözleriyle başlayan türkünün çağrışımları içinde buluyorum. Hemen o ilk gün hayal ettiğim pencereme gelen o kuşu düşünüyorum. Bir boşluğa düşen onca özlemler, onca hayaller… O insanın içine işleyen, gururunu paramparça eden haksızlıklar, ihanetler, işkenceler

Скачать книгу