Kuş Kanadı. Nağaşıbek Kapalbekulı

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kuş Kanadı - Nağaşıbek Kapalbekulı страница 16

Жанр:
Серия:
Издательство:
Kuş Kanadı - Nağaşıbek Kapalbekulı

Скачать книгу

kutsal dağları ne kadar güzel! Masmavi berrak suya sahip, at geçirmeyen kızgın nehri ne kadar çekici! Tutup dayandığında kurumuş değneğini bile yeşerten toprağı ne kadar verimli! Kargalı, kutsal toprağım, ata yurdum benim!

      Hey Abu’cuğum, böyle muhteşem bir yerde oturduğun hâlde hastalıklı olduğunu söylersin. Bu sözleri sesli söyleyemem, ne yazık ki otuz iki dişimin gerisine gizleyip saklayarak gecenin rüzgârsız, esrarengiz ve acayip doğasına hayran kalmış, gevşemiş ve sarhoş olmuş duruyorum. Kutsallığının kölesi olduğum memleketim, ata yurdum!”

      “Nariman, sen Şarbankül’ü unutmadın değil mi!”

      Uykudan uyanmış gibi oldum. Huzura kavuşmuş iç dünyam darmadağın oldu.

      “Neden unutayım? O, bana önce mektup yazmıştı.”

      “Yapma ya. Nariman benim ecelim çok yaklaştı. Bildiğin eski hastalık ve rahatsızlıklar iyice yordu, bir deri bir kemik kaldım. İlaç dediğin zehir değil mi! İşte kırk yıldan fazladır onunla beslenmekten bedenim ilacı kabul edemez duruma geldi.”

      “Abu, tedavi ettireceğim Almatı’ya götürüp. Yeter ki ümidini kesme, hayattan bezmiş gibi konuşma!”

      “Sanıyorum ondan bir şey çıkmaz. Biliyorum artık bittim, tükendim. Çok az günüm kaldı, bunu hissediyorum. Fakat aklımı sürekli meşgul eden safra gibi acı gerçeği sana söylemek için ne kadar yeltensem de cesaret edemiyor, sana ulaşamıyorum. Bu düğüne ünlü Akademi üyesi olan senin geleceğini duyduğumda çok sevindim, sabırsızlıkla bekledim. Yanarak sönmek üzere olan azıcık yaşamımda sana bu sırrımı açmazsam daha ecelim gelmeden patlar, ölürüm. Öldüğümde de öbür dünyada huzurum olmaz.”

      Bu adam konuşmayı ne yöne çekiyordu? Kalbim ağzıma gelmişti, üşümeye başlamıştım. Onun da rengi atıp bembeyaz olmuştu. Epey terleyince, cebinden mendilini çıkarıp alnını sildi.

      “Hemen konuya geçeyim. Ben, Şarbankül’ü kimin öldürdüğünü biliyorum!”

      “Sen ne diyorsun?” diye bağırarak adamın üzerine yürüdüm. “Ne dediğinin farkında mısın canavar seni, hayvan! Neden bugüne kadar söylemedin, korkak şey!” diye derhâl ter içinde kalan incecik boğazına yapıştım, iki elimle sıkmaya başladım. “Kim o? Canını almadan söyle.”

      Söylemezse ve boğazını biraz daha sıkıversem yere yığılıvereceği kesindi.

      “Bal kabağının içini temizleyip mum yakarak pencereden içeri sokanı, Şarbankül’ü korkutan insanı tanıyorum!”

      “Nasıl da bu kadar zalim olabilirsin Abu!”

      “Gürültü kopup hepiniz Şarbankül’ün yanına koştuğunuzda ben sıkışmış, dışarı koşmuştum. Yurdun arka tarafından koşarken karşıma çıkıverdi.”

      “Kim, kim o?”

      “Kim olabilir ki? Navan! Şu bir üst sokakta oturan Navan var ya? O. Elindeki fileto bıçağını boğazıma dayadı. ‘Beni gördüğünü söyleyecek olursan şu bıçakla kafanı keserim. Ölecek bile olsan kimseye söyleme. Söylemeyeceksin değil mi?’ dedi. ‘Söylemeyeceğim.’ dedim korktuğumdan. O, aşağı sokağa doğru koşarak uzaklaştı. Yurda girdiğimde Şarbankül’ün baygın bir hâlde yattığını, odada gürültü koptuğunu gördüm. Bugüne kadar bir kişiye dahi söylemedim. Şarbankül’ün vefat ettiğini öğrendiğimde büyük bir günahkâr olarak hissettim ve okulu bırakıp buraya gelerek işe girdim. Sizinle görüşmelerden kaçtım hep. Yakalandığım hastalığın sıkıntısını tam tamına kırk beş yıldır çekiyorum. Öbür dünyada Şarbankül’le karşılaştığımda ona hangi yüzle bakacağım? Seni bir defa görebilmeyi, hepsini anlatabilmeyi istedim. Neden susuyorsun? Neden şu bedbaht adama küfürler yağdırıp dövmüyorsun? Beni kanlar içinde bırakmalısın. Öldürüp Kargalı Nehri’ne atmana da razıyım. Neden konuşmuyorsun?”

      Boğazına yapışmış parmaklarımı zar zor açtım ve nemlenerek yumuşayan avucumu ağaca sürterek sildim. Nefes almakta zorlanıyor, öksürerek patlayacak bomba gibi titriyordu.

      Gökyüzünde ise yarım ay gizlice bakıyordu. Ağaçların hepsi uğulduyordu. Nehir de kızarak dolup taşmaya başlamıştı. Dağ da simsiyah, ölmüş kısır deve gibi çöküktü. Dilim ağzıma sığmıyordu. Nefes almakta zorlanıyordum. Boğazım kurudu ve dilsiz gibi ses çıkaramadım.

      “Nariman elveda, ben gidiyorum. Ben vereme yakalandım. Yediklerimi sindiremiyorum, iki gündür bir lokma bir şey yemiyorum. Yemek yiyemiyorum. Fazla yaşamam, sönmüş, ebediyen sönmüş bir insanım. Utancımdan yanıyorum, ölmek üzereyim. Beni affetmeyeceğini biliyorum.”

      Ayaklarını zor hareket ettirip iki adım attıktan sonra arkasını döndü.

      “Ha, şu soytarı, cani Navan’a birkaç kez pazarda rastladım. ‘Aferin’ diye sırtımdan sıvazladı her gördüğünde, cebime para attı. O soytarı etkisi altına alır beni hep. Ben böyle şerefsiz biri oldum, alçak biriyim. Bir kuruşluk değerim yok. Şarbankül öldüğünden beri içimde geçmeyen bir korku mevcut, geceleri ürkerek kalkarım. Bir bıçak boğazıma dayanmış duruyor sanki. Tek canlı şahit benim. Bugünden sonra birkaç gün rahat uyurum belki. Navan köpeği korksun, o ürksün. Gidiyorum, elveda!”

      Arkasını döndü, elindeki değneğin tık tık sesleri eşliğinde, zar zor yürüyerek karanlığa karışıp kayboldu. Ben, çakılmış kazık gibi kalakalmıştım bulunduğum yerde.

      “Köpek oğlu köpek seni! Öyle değerli, altın gibi bir kızın hayatını nasıl karartırsın, ömrünü nasıl kısaltırsın!”

      Üzüntü ve pişmanlık iç dünyamı paramparça etmişti. Hayat dediğimiz, üzüntü, pişmanlık ve özlemmiş meğer.

      “Şarbankül’cüğüm, güzelim benim. Ay karanlığında kaybettiğim cevherim benim! Hızla geçen yaşam silsilesinde senin yerin bambaşkaydı, ne yapabilirim? Jenis’le her görüştüğümüzde senden söz ederdik. Sonradan o yükselerek Degeres Sovhozu’na başkan oldu, en hızlı koşu atlarını yetiştirerek ünlü at eğiticisi unvanını kazandı. Altına soylu at binip geniş saray gibi sekiz odalı ev yaptı. Kimsesiz büyümüş zavallı obur değil mi, sovhoz malına elini bolca sokmuş. Ona dava açıldığında yardım elimi uzattım. İlk eşiyle anlaşamadı, ikincisi vefat edince görevinden de oldu, huzuru kaçtı. Bir derinin altında insan, bin defa şişip bin defa iner. Bundan üç yıl önce beklenmedik anda kalp krizinden hayatını kaybetti.” diye düşünmüştüm.

      Navan adlı bir üst sokakta oturan soytarı delikanlı, okulu erken terk etmişti. Sonrasında üçkâğıtçı olup çıkmış, Çankayşi denen bir takma adı da varmış. Grup kurup çocukları rahatsız edermiş. Gençliğini sürekli hapiste geçirdiğinden pek görünmezmiş. Geçen sonbaharda at yarışında rastladım. Aynı yılışık hâli, iki yanağı olgun elma gibi kırmızı, gümüş dişlerini parlatıp yüksek sesle kahkaha atıyordu.

      “Abu, hepsini anlattı. Senin cani olduğunu biliyorum artık. Korku artık sana geçecek ve gölge gibi peşini bırakmayacak. Sen de o korkudan ödün patlayıp öleceksin. İntikam almak artık benim boynumun borcu!” deyiverdim.

Скачать книгу