Anayurt - I. Zordun Sabir

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Anayurt - I - Zordun Sabir страница 14

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Anayurt - I - Zordun Sabir

Скачать книгу

kendine dönüp baktığında beliren güzel yanakları ve işveli kara gözlerine zevkle, istekle, kendisinin bile anlayamadığı bir coşkuyla baktı. En son kız onun yanına süzülerek geldiğinde:

      “Sen olgunlaşmış dut, ben kart karga olsaydım!” diye seslendi.

      Kız tekrar dolaşıp geldi ve:

      “Hey karga, hadi git, dut henüz olgunlaşmadı!” diye kahkaha attı.

      Ziyavdun akşama doğru çukur yanındaki çeşmede atına su verirken, aniden boynuna buz gibi bir su döküldü. İrkilerek baktı. Reyhan patika yoluyla pınar başından tepeye doğru koşuyordu… “Karga olup arkasından uçsaydım!” diye düşünmüştü o anda.

      O günden itibaren Ziyavdun hep Kışlaktam’a koşmaya, sıcak günlerde evine günlerce gelmemeye başladı. Sonunda yiğidin arzusunu annesi anladı. Akrabaları vasıtasıyla isteklerini iletmişti, Nedirşah bunu duyunca sinirlenip:

      “Bu torunum için şehirden Setivaldı Bay’ın elçileri gelmişti. Her şeyi bildiği halde niye ağzını açtı bu Şavdun’un çocuğu!” dedi. Şavdun, Ziyavdun’un babasıydı. Eskiden büyük toprak sahibi, şimdi ise iflas edenlerin dedesi olan o adam çoktan ölmüş olduğundan, onun dul eşinin itibarı kalmamıştı.

      Bir gün akşamüstü, Nedirşah Bay’ın evindeki hizmetçi kız mahallede gözüktü. Ziyavdun’a:

      “Dut olgunlaştı, pınar başına düştü diyor Reyhangül” dedi.

      “Ne zaman?”

      “Bu akşam.”

      Ziyavdun bir arkadaşıyla beraber iki atlı olup hava karardığında pınarın ötesindeki söğütlüğe geldi. Çok geçmeden, vadinin çakıllarını şıkırdatan kız gözüktü. Ziyavdun sessizce onun ayaklarını üzengiye aldı ve koltuk altından tutarak ata bindirdi. Kendisi eyerin arkasına bindi. Onlar atlarını nice nehirden yüzdürüp geçirerek Çapçalmezar’daki uzak akrabalarının evine sığınıp orada üç gün kaldılar. Kızların kaçması gelenek olsa da Bayların kızının kaçması büyük rezaletti. Uzun boylu, sıska, asabi olan Nedirşah, Ziyavdun’un elçilerine zehir saçıp:

      “O öldü, onun gibi torunumuz yok, gözüm görmesin o namussuzu!” dedi.

      Kötülenen kızın düğünü sade, nikâhı muhteşem oldu. O günden bu yana zengin ailenin kızı, Ziyavdun’un büyük evinin sahibi hem de hizmetçisi, kocasının yakın yardımcısı olarak yıllarını geçirdi. Bu ev ona, sevimli çocukları, onların sevgisini, mutluluğunu hem de sayısız müşkülat ve yüzündeki kırışıkları hediye etti. Sonunda, bu ev onu kendi eliyle işi gücü, zahmetleri olmayan öbür dünyaya uğurladı.

      Bu rüya değildi, Ziyavdun’un hayaliydi. Uyumadı. Hayat defterinin sayfalarını çevirdi durdu. Ertesi gün Reyhan’ın cenazesi ağıt yakılarak son yolculuğuna uğurlandı.

* * *

      Üzerine kaftan, sade kürk, deri pantolon, keçe çorap, kıvrım çizme giyip mescit duvarına yaslanarak güneşlenip oturan mahalle büyükleri günlük sohbetlerine başlamıştı.

      “Bela üstüne bela!” dedi Mira Kadı, ellerini sallayıp:

      “Hükümetle didişebilir miyiz?”

      “Kazara olsa bir kere!” diye sakalını sıvazladı mahalle imamı başını sallayarak.

      Ulu Ahun’un evine hırsız girdiği gün ortaya çıkan mahalle baturlarının ertesi günden itibaren hiçbir şey olmamış gibi kendi işleriyle uğraşmaya başlamasından bu yana üç aydan fazla bir zaman olmuştu. İnsanların yazdığı dava mektubu, söyledikleri büyük lafları tamamıyla unutuldu. Fakat dün Ziyavdun tutuklanmıştı. Mahallede yeni baturlar ortaya çıktı:

      “Bu beyin işi! Ona hep birlikte saldıralım!”

      “Hocaya dava mektubu sunalım!”

      “Hayır! Bu Alaca Kısrak’ın işi! Muhtar Bay ona kendince hoy Kaşgarlı demiş. Bu yüzden Ziyek’i tutukladı!”

      Dün, kıble tarafından soğuk rüzgâr eserken, Alaca Kısrak’ın bıyıklı yardakçısı kılıç kuşanmış iki askeri arkasına takıp mahalleye girdi. Ziyavdun’un evini sordu.

      “İşte orada!” dediler oturan meraklı çiftçiler ayağa kalkarak. İki çiftçi onları Ziyavdun’un çitle çevrili avlu kapısına kadar getirdi.

      “Ziyek! Hey Ziyek!”

      Başına beyaz kilim şapka giyip, ceketinin üzerinden dizine kadar sarkan kuşak bağlayan Ziyavdun kapı önüne çıktı. Sakalları uzamış, göz kapakları şişmiş, gözleri kızarmıştı. Küçük kızını ceketine sarmıştı. Askerlere şaşkınlıkla baktı.

      “Eve girin, eve!” dedi afallayarak Ziyavdun.

      “Sana bir bildiri getirdik, kaymakamdan!” dedi yardakçı, koynundan dürülmüş kâğıdı çıkarıp:

      “Hemen gitmen gerek, çocuğunu bırak!”

      “Ne diyor bu hey! Eşim vefat etti, yarın onun kırk nezri19 var, nezir işi tamam olsun her ne olursa!”

      “Her ne olursa mı dedin?” dedi yardakçı gri renkli ceket, beline tasma kuşak bağlayan, ayağını beyaz bezle kuşatıp pabuç giyen askerleri gösterip:

      “Bunlar bilirse başına bela olur!”

      “Madem sen bizdensin, bunlar dediğin mahlûklara sen bildir!”

      “Yeter artık! Hemen beyin evine gideceksin. Orada senin gibi üç dört sene vergi ödemeyen enayilerden yedi sekizi var, onlara katılacaksın, yürü!”

      “Niye üç dört sene diyorsun, her sene vergi ödüyorum!”

      “Bununla benim işim yok, yürü, yalnızca seni götürmekle sorumluyum!”

      Ziyavdun kızını evine bırakmak için kapıdan eğilerek girince, yardakçı onun omzundan tutup çekti:

      “Evine değil, bu tarafa yürü hey aptal!”

      “Çocuğu eve bırakamaz mıyım? Azrail olsan da anlayışlı ol!”

      “Anlayış!” Yardakçı boyun damarlarını kabartıp yanındaki iki askere bağırdı:

      “Bağlayın!”

      Ziyavdun arkasına dönüp bakmaya fırsat bulamadan, iki asker onun ellerini arkaya çevirip dirseğinden bağladı. Ziyavdun’un kızı acı acı bağırarak ağladı. Evden kayınvalidesi ile genç bir kadın koşarak çıktı. Ağıldan Bera ile Dera, arkasından Hemra ellerinde çatal, değnek, koşarak geldiler. Çocuklar babalarının ellerini bağlayan askerlere vurmaya başladılar. Askerler de onlara. Ziyavdun, çocuklarına vurmaya kalkışan askerleri gövdesiyle engelleyip:

      “Bırakın çocuklarımı, vurmayın!” diye bağırdı. Askerler süngülerini doğrulttu

Скачать книгу


<p>19</p>

Kırık nezir—vefat eden kişi için 40 gün sonra yapılacak yas tutma işi, birçok insan katılır, yemek yer, rahmetli için dua, niyazda bulunur.