Bozkırın Sesi: Tölögön Kasımbekov. Анонимный автор
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Bozkırın Sesi: Tölögön Kasımbekov - Анонимный автор страница 3
Öykü zamanının üç boyutlu olduğunu belirtmeye gerek yoktur. Birincisi öykünün yazılış süreci; ikincisi öyküde geçen zaman ve üçüncüsü de okuma zamanıdır. Öykünün yazılış süreci yazarın gerçek doğum yılının 1928 olduğu düşünülürse 28 yaşında iken yazdığını tespit etmek mümkün. Savaş gibi yok edici ve tahribat gücü yüksek tarihi olayın içinden geçip bütün tahribatın arkasından yeniden hayata dönüşün yaşandığı dönemdir. Bahsi geçen savaş, II. Dünya Savaşı’dır. 20. yüzyılın ikinci büyük yıkım yılları olan 1940-1945 arasında milyonlarca insanın hayatını kaybettiği bilinmektedir. Sovyetler Birliği lideri Stalin’in bu büyük yıkım öncesinde 1937-1938’de de “aydın katliamı” yaptığı bilinmektedir. 1953’te Stalin ölmüş, 1956’da Hruşçev ile birlikte yeni bir döneme girildiğinin habercisi olarak Stalin’in kurbanı olan ve “halk düşmanı” suçlaması ile hayatlarını kaybedenlerin itibarları iade edilmiştir. Yazarın babası ve öyküdeki kadının kocası cephede öldüğü için böyle bir durum söz konusu edilmemiş. İşte böyle bir ortamda öykünün yazılma süreci tamamlanmış. Bu yazım süresinin ne kadar olduğunu söylemek mümkün değil.
İkinci olarak öyküde yaşanan gerçek zaman günlük sıradan bir gün. Olayın öyküleyici isimsiz kahramanının okul yıllarında olduğu henüz ilk satırlardan bellidir. Yurtta veya evde arkadaşlarıyla birlikte kaldığını tespit edebiliriz. Oda arkadaşları sabah kahvaltısından sonra kitaplarını koltuklarının altına alıp okula gitmişlerdir. Saatin sabah 9’a yaklaştığını henüz ilk satırda veriyor öykünün anlatıcısı. Yemek masasını toplamak ve bulaşık yıkama sırası kendisinde olduğu için geride kalmıştır. “Çıkışta kapının önünde kendi halinde oturan, kıyafetlerinden yoksul olduğu belli bir kadın oturmakta ve “… Giren çıkanlara yalvarır gibi” bakmaktadır.” (s. 211)
Her halinden muhtaç birisi olduğu belli olsa da her zorluğa hayatı boyunca göğüs germiş olan kadın “dilencilik” değil “yıkayacak çamaşırı” olup olmadığını anlatıcı gence sorar. Kendi annesini o anda gözünde canlandıran sorumluluk sahibi genç, yıkanacak çamaşırı olmasa da arkadaşının çamaşırını yıkatmak için kadına verir. Maksadı ona yardım edebilmektir.
Öyküde kadının yıkadığı çamaşırları geri getirdiğinde konuşmaya başlamasıyla öykü zamanı savaş yıllarına ve sonrasındaki zor zamanlara kadar gider. Bütün zorluklara rağmen hayata tutunmayı başaran kadın “… Güneş bizim üzerimize doğup savaşta ölmeyen insanlara kucağını açtı. Kaburgaya taş gibi sinen yoksulluk hemen gitmese de bereketli ellerini yaşlı kadına da sundu” diyerek güzel günlerinin de olduğunu ifade eder. Burası hikâyenin önemli kısımlarından birisidir; zira 1930’lu yıllarda yürürlüğe giren edebiyatta “sosyalist realist” uygulama bu yıllarda da devam etmektedir. Devletin bu politikasında bir değişiklik olmadığı bu dönemde Kasımbekov da buna uyarak Sovyet toplumunun savaş sonrasında yaralarını sardığını ve güzel günler yaşadığını vurgulamıştır. Cengiz Aytmatov da buna benzer hikayeler yazmış ve uygulamaları öven “Ak jaan” yani “Çise” -bu öykü “Beyaz Yağmur” olarak çevrilmiştir- öyküler kaleme almıştır. Bu öyküde de ülkenin el değmemiş bâkir topraklarının devlet desteği ve imkanları ile gençlerin gayretiyle işlenerek üretime katkıda bulunulması ve gayretle ve inançla çalışan iki gencin aşkını işlenmişti.
Bu öyküde belki de kırılma noktası olarak kadının birlikte yaşadığı oğlunun evinden gelini yüzünden ayrılmaya karar vermesi “ân”ıdır denilebilir. Gelinin kocasıyla kavga etmesi, “– Ben nasıl kalacağım bu evde? Ayağıma bakıyor. Annen beni yoruyor!” (s. 217) demesi yaşanan insanlık ve gelenek yitimini göstermesi açısından dikkate değer.
Genel olarak anlatı türlerinde ve özelde de öyküde mekanlar fiziksel ve algısal olarak ikiye ayrılır. Fiziksel mekân olarak olaylar Kırgızistan’da geçer. Şehir belirtilmemiş olsa da Bişkek -Sovyet döneminde şehri işgal eden Rus ordusunun başındaki komutanın adı olan Frunze olarak biliniyordu- olduğu düşünülebilir. Belki de yazar bilinçli olarak şehir adı zikretmeyerek mekânda da her okuyucunun kendinden bir şeyler katması gerektiğini düşünmüştür denilebilir. Genç ve arkadaşlarının birlikte yaşadıkları yer yurt ise yurdun önünde, ev ise evin önünde kanepede oturan kadını görmesiyle öykü başlıyor. Gençlerin öğrenci ve kapıda da güvenlikçinin olması burasının bir öğrenci yurdu olduğunu hissettiriyor. Bunun dışında fiziksel mekân olarak zikredilecek başka yer yok denilebilir. Gencin üniversitedeki dersine geç kalacak olması, öğretim üyesinin alaycı bir tavırla derse almayacağını belirtmesi de zihinlerde muhayyel bir mekân oluşturmaktadır.
Algısal olarak öyküde geçen mekanları yorumlamak gerekirse öğrenci yurdunda gençlerin birlikte kalmaktan şikayetçi olmadıklarını söylemek mümkündür. Sırasıyla masanın ve etrafın toplanması, bulaşıkların yıkanması kapalı ve küçük bir mekân olsa da öğrenciler için huzurun bulunduğu bir yerdir. Kapıdaki kanepe ise kadın için belki de umudun yeniden yeşerdiği yerdir. Sebebi de duyarlı bir gencin onu orada görmüş olmasıdır.
Algısal olarak insana huzur veren ve var oluş mekanları olan geniş ve açık mekanlar bu öyküde de mevcuttur. Yukarıda belirtildiği gibi öğrenci yurdundaki oda, fiziksel olarak dar olmasına rağmen algısal olarak geniş bir huzur mekanıdır. Kadının çamaşırları teslim için geldiğinde gençlerin odasına daveti kabul etmesi, odayı gördüğünde övmesi bunu gösterir. “… Odaya geldik. Girdiğinde de kendini çok iyi hissederek, odamızı övmeye başladı. – Burası çok güzel, dedi.” (s. 213)
Yine kapının önündeki kanepe için de aynı şeyi söylemek mümkündür. Kendi duyarsız ve sorumsuz oğlunun ötesinde duyarlı ve saygılı gençlerin olduğunu görmesi kadını mutlu eder. Odada sofraya davet edildiğinde kalmak istememesi ve hemen gitmek için izin istemesi üzerine gencin “– Hayır anne, kutlu evden boş gidilmez.” sözü üzerine sofraya oturmak zorunda kalır. Anlatıcı, kadının “…– Sağ ol oğlum, diye mutluluğunu gizleyemeden sofraya geçti” cümlesi ile anlatır.
Sofra aynı zamanda “… Kalbini çoktan sıkan kederini…” kelimelere döktüğü bir mekân olarak yerini alır. Dikilmiş montunun kollarıyla göz yaşlarını silen kadın geçmişte kalmış günleri yâd ederek içini dökmeye başlar. “Savaş kimin haklı olduğuna değil, kimin güçsüz olduğuna karar verir. Düzenli hayatı değiştiriyor” diyerek savaşın “İnsanları hatta kara toprağı da korkutarak, bir yokluk” getirdiğini anlatır. Gün geçtikçe yaşam şartları iyileşir, kızı evlenip eşi ile Ufa’ya yerleşir. Kadın o günlerde yeniden mutluluğu yakalamıştır.
Oğlu da evlenince huzurun yerini iç darlığı almaya başlar; çünkü gelin ile anlaşamamaktadır. Kadın bu durumu “… Hayat yolu her zaman dümdüz değildir. Sonradan bu mutlulukların hepsi kedere dönüştü” diyerek betimler. Büyüğüne küçüğüne saygı göstermeyen gelinin eve gelişi ile birlikte huzur ve mutluluğun mekânı “ev” bir anda darlaşır ve kadının içini burkan, çıkış yolu bulamadığı bir labirente dönüşür. Oğlunun mutluluğunu ve huzurunu düşünerek evi terk eder. Darlaşan kapalı mekândan uzaklaşsa da geniş olduğu kadar algısal olarak “darlaşan” mekân hayatın acımasız akışına kendisini bırakır. Öykünün aslî