Helete Bizim Memleket. Ekrem Barak Arıkoğlu

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Helete Bizim Memleket - Ekrem Barak Arıkoğlu страница 6

Жанр:
Серия:
Издательство:
Helete Bizim Memleket - Ekrem Barak Arıkoğlu

Скачать книгу

Kışın aşırı kar yağdığında hayvanlar bu çalıların içinde gizlenirler. Karı, yağmuru tutarak erozyon oluşumunu engeller.

      Sonraki hayatımda aslında ardıcın Türk kültürünün en önemli ağaçlarından biri olduğunu öğrendim. Sibirya’da “artış” deniyordu. Her evde mutlaka kurutulmuş ardıç dalları vardı. Ve bu dallar kötü ruhları kovmak için yakılıyor, insan kötülüklerden ardıç dumanıyla uzaklaştırılıyordu. Aynı şey Kırgızistan’da da çok yaygındı. Tütsüyle kötülükleri kovma işinin insanoğlunun en eski inançlarından olduğunu böylece öğrendim. Sibirya’da da benim doğup büyüdüğüm kasabada da ardıç ağacı kesilmesi hoş görülmüyordu. Çünkü bir ardıç ağacının büyümesi çok uzun yıllar alıyordu. Yetişmesi ardıç kuşunun (bizim köyde “cırrık” denir) yiyip dışkılamasından sonra tohumların yeşermesiyle ancak mümkün olabiliyordu. Ardıcın düzgün uzunca yetişen gencine “doruk”, bu doruğun kesilip çit, çadır, hayma direği için kullanılanına “gakma” denirdi. Sibirya’da kam (şaman) ağaçlar, Türkiye’de dede ağaçlar, ziyaret ağaçları, çaput bağlanarak dilek dilenen ağaçlar bizim en eski kültürel geleneklerimizdendi ve ana ağaç ardıçtı. Ardıç ağacının gölgesi serindir, ne üşütür ne de çok sıcaktır, dinlenme iyi bir uyku için idealdir. Yine ardıçların dibinde pekmez otu dediğimiz çayı yapılan bir bitki de yetişir. Aynı şekilde bizim kasabada “dilik” dediğimiz başka yerlerde “tirşik” adı verilen bir bitki de ardıç ağaçları altında yetişir. Çorbası çok şifalıdır, idrar söktürür. “Dilik vurmak” tabiri bu bitkinin çorbasını yapmak anlamında kullanılır.

      Çocukken kışın hayvanlar ya yaylada kömde veya evlerin altındaki sııllık (sığırlık) da besleniyordu. Şimdiki gibi hazır yem olmadığından hayvanların iki temel yiyeceği vardı. Keven ve ardıç dalı. Ardıcın üzerindeki sarı çiçeklere “çekem” denirdi ve çok besleyici olduğu söylenirdi. Asıl işimize yarayan hayvanlara dalları yedirilen ardıçların çalıları idi. Kışın soğuğunda sokakta çocuklar ateş yakar hikâyeler anlatır dinlerdik. İşte bu ateş başı sohbetlerinin olması için yakacak “kirç”e (çalı-çırpı) ihtiyaç vardı. İkincisi de çocukken biz sıkça kazık oynardık. Kazık dalları yenmiş ardıç çalısından düzülür, her birimiz balta, nacakla beşer onar kazık düzer, küllükte, zibil üstünde, çamur yerlerde kazık oynardık. Eve gelince dayak yemeyi göze alarak tabi. Dalların ucundaki “tüdelekler” (yuvarlak tohumlar) misketimiz, bazen de “enek”imiz (yenilince kazanana verilen şey) olurdu.

      Ardıç çırpısı ateşi tutuşturmak için kullanılır, çabucak yandığı için iyi bir ısınma aracı değildir. Atalarımızın mezarlarının başucunda ve ayakucunda belki yüz yıl öncesinden dikilmiş mezar ağaçları çürümeden bugüne kadar gelmiştir. Yine mezarın içine cenaze toprakla temas edilmesin diye ardıç ağacından biçilmiş tahtalar çaprazlama konur. Evlerde kullanılan ardıç mertekleri elli yıl sonra bile dünkü gibi sapasağlam durur. Çok uzun yıllarda yetişmesi, tahta olarak çok dayanıklı olması sebebiyle kıymetlidir ardıç ağacı. Bana sorarsanız yaylada hafif esen bahar rüzgârıyla gelen ardıç kokusu şifalıdır. Ali Akbaş ağabeye “sizin şiirleriniz bana niçin bu kadar içli geliyor?” diye sorduğumda “aynı pınardan su içtiğimizden, aynı yaylayı yaylayıp, havasını soluduğumuzdan” demişti. İşte Ali Akbaş ağabeyin o güzel şiirlerinden biri Ardıcın Türküsü:

ARDICIN TÜRKÜSÜ

      Torosların tepesinde

      Tel duvaklı bir ardıcım

      Yemenimi yele verdim

      Buluta karışır saçım

      Torosların tepesinde

      Üç budaklı bir ardıcım

      İmrenirim uçan kuşa

      Maviliği sevmek suçum

      Torosların tepesinde

      Yeni yetme bir ardıcım

      Ben yanarsam orman yanar

      Çamlıbele sığmaz acım

      Torosların tepesinde

      Eli bağlı bir ardıcım

      Tepemden Turnalar geçer

      Katılmaya yetmez gücüm

      Torosların tepesinde

      Dalı kırık bir ardıcım

      Gönülsüz kızlar gibiyim

      Beni kınamayın bacım.

Ali Akbaş

      HÖLLÜK

      Eledim eledim höllük eledim

      Aynalı beşikte canan bebek beledim

      Büyüttüm besledim asker eyledim

      Gitti de gelmedi canan buna ne çare

      Bir güzel simadır aklımı alan

      Aşkın ateşini (sevdasını) canan serime salan

      Bizi kınamasın ehl-i dil olan

      Yandı ciğerim canan buna ne çare

      Bizi kınamasın ehl-i dil olan

      Gitti de gelmedi canan buna ne çare

      Aysun Gültekin veya Muzaffer Akgün’den dinlemeniz gereken bu türkünün sözlerinde geçen “höllük” kelimesini yeni nesillerimiz bilmiyorlar. Pek çok şey gibi höllük de teknolojinin gelişimi, kültür değişmesiyle birlikte tarihin sarı yaprakları arasındaki yerini aldı. Buna benzer binlerce kelimemiz türküler var olduğu sürece yaşayacak.

      Daha 30-40 yıl öncesine kadar doğan çocuklar beşiğe belenirdi. Beşiğe sıkıca kundaklanmadan önce kundak bezinin bebeğin poposuna gelecek kısmına ıslandığında çamurlaşmayan boz renkli topraktan konurdu. İşte bu boz toprağa “höllük” denirdi. Bebeğin altına höllük konunca bebek ihtiyacını giderdiğinde altındaki bezi kirletmiyor, kirlenen höllük helgin ile alınarak atılıyordu. “Helgin” ucu yassı uzunca sapı olan ve höllüğü ısıtmaya yarayan demir bir araçtı. Ocakta hafifçe ısıtılır, sonra höllük bu sıcak helginle karıştırılırdı. Böylece belenecek bebeğin altında kalan höllük ısıtılmış ve bebeğin soğuk toprakta üşümesi önlenmiş olurdu. Höllük her yerde bulunmazdı. Bulunduğu yere “höllüklük” denirdi. Özel olarak bulunduğu yerlerden elenip çuvala doldurularak getirilirdi. “Eledim eledim höllük eledim” sözlerinden kastedilen budur.

      “Höllük” Türk lehçelerinin çoğunda yaşayan “öl” (ıslak, nemli) kelimesinden türetilmiştir. Kelimenin başına “h” getirilmiş ve sonuna da –lük eklenmiştir ki asıl anlamı “ıslaklık, ıslaklık için” demektir.

      Elbette eskiden bebekler beşiklere çok sıkı bir şekilde kundaklanıyordu. Günümüzde kundaklamanın bebeğin uyuması için gerekli olduğu fakat kalça çıkığı riskini artırdığı için vücudun alt bölümünün çok sıkı yapılmaması öğütleniyor. Bir de devamlı sırt üstü kundaklandığından kafalarımız yana doğru yassı olurdu. Bebeğin karın üstü yatırılmasının da boğulma riski olduğundan sırt üstü yatırmanın daha uygun olduğu düşünülüyor.

      Конец ознакомительного фрагмента.

      Текст предоставлен ООО «Литрес».

      Прочитайте

Скачать книгу