Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür. Омер Сейфеддин

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür - Омер Сейфеддин страница 6

Жанр:
Серия:
Издательство:
Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür - Омер Сейфеддин

Скачать книгу

defa bu kitabı görüyordum. Yirminci sayfayı açtım. Okudum. Ne benzeyiş! Oh bu tıpkı, tıpkı benim hareketimdi. Ben de biçare Kandül gibi onun emsalsiz güzelliğini ikinci bir şahide göstermek, harikulade meftunluğumu tatmin etmek istiyordum.

      Fakat o… O… Barbar mahluk bunu bir cinayet telakki etti. İntikam aldı. Vakıa beni öldürtmedi. Keşke öldürtseydi… Bu kadar mustarip olmaz, elemim, azabım Kandül’ünki gibi bir iki dakikalık geçici bir hançer darbesinden, acısından ibaret kalırdı. Hâlbuki bana vurulan intikam hançeri Kandül’ün nasibinden daha müthişti. Ben sağ, aciz kalıyordum. İfratla prestiş etmekten başka bir kusurum olmadığı hâlde o vücudun Jijes’e ait olduğunu görüyordum.

      Evet bu mektuptan bir ay sonra Bidar’la evlendiler. Aradan seneler geçti. Ben ise hâlâ, her sabah uyanırken, her gece yatarken elimden kaçırdığım Efser’i tahayyül ederek ruhumun derinliğine namütenahi, zehirli hançerlerin saplandığını duyuyorum. Mukaddes kitaplar tarafından tasvir olunan cehennemlerin o öldürmeyen fakat asırlarca yakıp kavuran ateşi gibi bu hançerler beni her gün öldürmeden, kıvrandırıyor, çırpındırıyor.

      Unutmak, maziye lakayıt kalmak, ehemmiyet vermemek istiyorum. Fakat mümkün mü? Duygularımıza, düşüncelerimize galebeyi arzu etmek kadar masumane bir hülya olamaz. Efser’le, Bidar’ı unutmak istedikçe daha ziyade düşünüyorum. Yeşimi en ziyade şiddetlendiren şey hiç kabahatim olmamasına inanışımdır. Ben ne yaptım? Binlerce sene evvel bir başkası tarafından izhar olunmuş bir aşk hadisesini haberim olmadan; gayriihtiyari tekrar ettim. Maziyi dolduran namütenahi vakalardan birisi benim başımda tekerrür etti. Ah söyleyiniz, hiç kabahatim, kusur sayılacak bir cürmüm var mı?

      Bu ezelî tekerrüre ben nasıl mâni olabilirdim? Mazide barbar, vahşi kavimlerin, bizimkiler gibi hiçbir hakka, tabiata istinat etmeyen münasebetsiz itikatları olduğu gibi Hint, Yunan medeniyetleri gibi insanın şevki tabiilerini tahkir etmeyenler de vardı. Onlar çıplaklığı bir fezahat değil hatta cinsin muhafazası için en âli, en esaslı bir safhası olan tenasül filini saklanılacak bir cinayet telakki etmeyerek alenen takdis, tahsin ediyorlardı. Hâlbuki bugün bu tabii, bu medeni günlerden ne kadar uzağız. Elde olmayan bir tekerrür affedilmez bir cinayet sayılıyor. Medeniyetimiz suni bir vahşete, cehalete, zulmete doğru gidiyor. İşte ben de bu cehaletin yaşayan bir şehidiyim.

      Şimdi sevgili müverrihim “Tarih ezelî bir tekerrürdür!” fikrinize ne kadar samimiyetle iştirak ettiğimi, iştirak etmekte ne kadar haklı olduğumu anladınız ya? Artık müsaade ediniz de susayım. Hür düşünenlerin, vicdan cesaretinden mustarip olan biçarelerin, bilhassa zavallı kendimin tesellisi mümkün olmayan matemlerini tutayım…

      İNAT

      Görünmez bir peri kervanı gibi, bize bazen fena neşeler, sevinçli matemler, bazen hayırlı kederler, gamlı saadetler bırakarak, üstümüzden geçip giden senelerin eli yalnız saçlarımızı ağartır, yalnız çehrelerimizi değiştirir sanırsınız? Hayır! Hislerimiz, fikirlerimiz, itikatlarımız, muhabbetlerimiz de eski hâlinde kalmaz. Değişir… Hem o kadar değişir ki, ilk saf şekillerinin tamamıyla zıddı bir kıyafete girer. Filozofun “Hayat nihayetsiz bir tahavvüldür.” sözü ne soğuk bir hakikattir! Ben değişen maddi, manevi mefhumlar içinde en ziyade “darbı mesel” namını verdiğimiz atasözlerine acırım! Mesela; “Evdeki pazar çarşıya uymaz.” değil mi? Yaşadıkça “Evdeki pazarın çarşıya değil hatta sokak kapısının önündeki ayak satıcısına bile uymadığını” öğreniriz. Atasözlerinden sonra, değişen şeyler arasında en acıdığım “Müşterek hikmetler, umumi hükümlerdir.”

      “Ne gibi?” mi diyorsunuz?

      “İnat eşekte olur.” gibi.

      Evet, bu nevi orta malı hükümlere o kadar merbutum ki… Nazarımda bir tanesi iflas etti mi mukaddes mabedinin kubbesinden kafasına bir taş düşen müminin elemini duyarım. Hâlbuki birçok insan bu ruhani elemi duyamaz. Eski bir mefhumun, bir itikadın, bir zannın iflasına, bir fikrin ölümüne “tecrübe” derler. Tecrübe… Ey tecrübe… Mesela işte ben, çocukluğumdan beri “inat eşekte olur” hükmünün bir mümini idim. Bu iman sebebiyle bütün eşeklere karşı derin bir hürmet beslerdim. Nerde bu mübarek hayvanlardan birisine rast gelsem şedit bir meftuniyetle bakar:

      “Aman Yarabbi! Ne karakter, ne seciye!” derdim. ‘Sadakat’ faziletinin monopolunu alan kıtmir cinsi gibi eşekler de “inat”ın tröstünü yapmışlar sanırdım. Bu zannım geçenlerde dehşetli bir tecrübe neticesinde iflas etti. Bakınız, nasıl?

      Bir gün canım çok sıkılıyordu. Odamda, yapayalnız “Ne yapayım? Ne yapayım?” diye kıvranıyordum. Ansızın vicdanımda harsımızın ulvi sesini, bestelenmemiş millî bir opera parçası hâlinde duydum, güftesine dikkat ettim:

      Ayağını sıkı tut;

      Başını serin… diyordu. Hemen fırladım. Çoraplarımın üzerine bir yün çorap daha geçirdim. Ayaklarımı kışlık fanila terliklere soktum. Başımı da terkos musluğunun altında beş dakikadan ziyade tuttum. Hakikaten, canımın sıkıntısı biraz geçer gibi oldu. Yine odama geldim. Fakat harsımızın sesi hâlâ susmuyor, vicdanımda cırcır ötüp duruyordu. Tekrar kulak kabarttım. Diyordu ki:

      Eline bir iş al,

      Düşünme derin…

      Etrafıma bir göz gezdirdim. Elime alacak bir şey yoktu. “Düşünmeden ne iş yapılabilir Yarabbi?” diye başımı kaşıdım. “Derin düşünme”nin yalnız kârsız değil, aynı zamanda gayet zararlı bir ameliye olduğunu da biliyordum. Nihayet buldum, düşünmeden dünyada yapılacak yegâne şeyi buldum. Üstü tozlanmış yazı masamın önüne geçtim. Hokkamın mürekkebi mayi benliğini havaya feda etmiş, “kuruyup buhar” olmuştu. Elime bir kurşun kalem aldım. Ne yaptığımı tahmin edersiniz… Bir “hikâye” yazdım. Keşke yazmakla kalsaydım! Tuttum bu hikâyeyi bastırdım da… Basan mecmuayı daha aldırmadan evime büyük bir zarf geldi. Yüreğim yerinden oynadı. Büyük zarftan kim korkmaz? Titreyerek açtım. Heyecandan tıkanıyordum, dört geniş satır… Okumadan imzaya baktım: “Efruz…” Korkum geçmedi, hayret hâlinde devam etti. Çünkü Efruz Beyin “Ömründe hiç yazı yazmayan şifahi bir muharrir” olduğunu bilenlerdenim. “Belki şakirtlerinden birine yazdırmıştır.” ihtimalini düşünerek şaşkınlığımı hafiflettim.

      Biliyordum ki Efruz Bey, yalnız “şifahi bir muharrir” değil, aynı zamanda şiirsiz meşhur bir şair, esersiz meşhur bir dâhi, ilimsiz meşhur bir âlimdir. Kanatsız kuş, kambursuz deve, gagasız leylek gibi bir harika… Anpedik münekkitliğiyle metasyantik icazı da üstüne caba… İlmi de alenen inkâr eder. Birtakımlarının “Tahaddüs” diye lisanımıza geçirmelerine rağmen halkın, muhterem avamın “işkembei kübra” terkibiyle tercüme ettiği “intuition” onun tükenmez bir hazinesidir. Önüne gelene: “Ben ilim falan tanımam. Mantık, usul falan hepsi efsanedir! Yaşasın entuvisyon! Her mesele işkembei kübra ile halledilir” der. Dünyanın hiçbir tarafında bir eşine daha tesadüf ihtimali olmayan bu kadar orijinal bir dâhinin mektubunu nasıl merakla, nasıl şevk ile, nasıl heyecanla okuduğumu tasavvur ediniz. İşte, hâlâ kelimesi kelimesine hatırımda… Ölsem aklımdan çıkmaz:

      “Azizim,

      Siz Türkçe bilmiyorsunuz. Son hikâyenizde psikoloji hatasıyla müterafik büyük bir lisan yanlışı gördüm. Vatanperverane bir mecburiyet tahtında size yazıyorum; atlardan bahsediyorsunuz,

Скачать книгу