Mai ve Siyah. Халит Зия Ушаклыгиль

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Mai ve Siyah - Халит Зия Ушаклыгиль страница 11

Жанр:
Серия:
Издательство:
Mai ve Siyah - Халит Зия Ушаклыгиль

Скачать книгу

gerekecek… Zavallı annesi! Ya İkbal?.. Ahmet Cemil’in bu anı ile birden yüreği sızlayarak buruldu. Bak, Lamia ne kadar sevinçle dolu; gülmek için yaratılmış bir çocuk! İkbal’in dün akşamki hüzünlü bakışı, ah, o çocuğun gülmemeye hükümlü gözlerindeki bir bulut altında duran yaş damlaları…

      Ayağa kalktı. Sabırsızca, bütün varlığına işleyen bu karanlıktan kurtulmak istiyormuşçasına pencereyi açtı, panjurları itti. Güneşin coşkun ışığıyla birlikte yazın baygın havası odaya saldırır gibi girdi. Boğuluyormuş gibi bu havayı olanca gücüyle soludu. Oh!..

      “Vay! Bu ne harika!.. Nereden aklına geldi?”

      Döndü, Hüseyin Nazmi’ye elini uzattı:

      “Sana ihtiyacım var. Bilsen bugün niçin geldim? Beni ciddi dinleyecek misin?”

      “Ooo!.. Ne oluyoruz?.. Neyin var? Otur bakalım.”

      Oturdular. O vakit başka bir ön girişe gerek görmeyerek, her türlü kayıt ve şarttan uzak ve arınık, dilini düşüncelerinin dağınıklığına bırakarak, babasının ölümünün taşıdığı önemi, çaresizliğini, arkasızlığını ve desteksizliğini, annesini, kardeşini, bütün emellerinin tersine olarak ortaya çıkan bu acı hayat gerçeklerini; dün geceki o kısa konuşmayı -bütün ciğerlerini yakan o acıları- şu mavi köşkün bu mutluluk dolu odasında, Hüseyin Nazmi’nin önüne döktü.

      O, yalnız dinliyordu. O da yaşça onun kadardı. Derin kırkılmış siyah ve sert saçlarının altında küçük başı, zayıfça yüzünde parlayan gözleri, yeni terlemeye başlayan bıyıklarının altında ince, donukça dudaklarıyla güzel ve zeki olduğu için sevimli bir gençti.

      Büyük bir ilgiyle dinliyordu. Onun susarak dinleyişi, Ahmet Cemil’in üzerinde en iyi etkiyi yapmış oldu. Biraz önce Hüseyin Nazmi’ye başvurmaktan korkan bu genç, şimdi onun karşısında artık ihtiyatlılığa gerek görmemişti…

      Bitirip de sandalyesinin arkasına yaslanınca yalnız o vakit Hüseyin Nazmi, bayağı sözlere tenezzül etmeyerek, hastayı bir hasta olarak görüp öyle seslenerek “Ne yapacaksın?” dedi.

      “Evet, ne yapacağım?..”

      “Yapacağın şeyi pek sade buluyorum. Önce bütün çocukluklara, bütün şair düşüncelerine ‘Siz şimdilik biraz durunuz!’ demek; hayatı olanca gerçekliği ve katılığıyla kabul etmek, mademki yaşamak için çalışmak gerekiyor, çalışmak… Bana öyle geliyor ki seni bu kadar perişan eden şey çalışmak korkusu değildir; hayatın daha bilmediğin bir şeyine biraz vaktinden önce bilgi edinmiş olmandır; yalnız budur, başka şey değil.”

      Hüseyin Nazmi, sert elli bir operatör gibiydi ama tam yaranın bıçağa muhtaç olan yerine dokunmuş oldu. Ahmet Cemil de buna gerek duymaktaydı. Çalışmak, evet. Zaten biraz önce de öyle düşünmüyor muydu? Niçin çalışmasın? Ama talih onu hayata zahmete girmeden sahip olanlardan biri etmemiş, bundan ne çıkar? Tam tersine… “Ben hayatımı kendim kazandım, ben gene kendi işimle yaşıyorum!..” diyebilmek. Ah o vicdan rahatlığı ve doyumluluğu; o, acaba acıkmadan yiyenler gibi çalışmadan yaşayanlar da var mıdır?

      Birden büyük bir istek duydu:

      “Elbette çalışacağım!..” dedi.

      “Hem niçin emellerine bitmiş gözüyle bakıyorsun? Seni bir meslek seçiminden engelleyecek bir neden görmüyorum. Okulda yalnız bir yılın daha var. Senin gibi bir adam her işi yapabilir. Sanki niçin mütercimlik yapmayasın? Ayrıca hocalık…”

      “Hocalık mı, çıldırdın mı?”

      Hüseyin Nazmi sözünü geri almak istemedi:

      “Kim bilir?..” dedi.

      Mütercimlik Ahmet Cemil’in düşüncesine daha yatkın gelmişti. Kitapçıların on altı sayfalık öykü tercümesine iki mecidiye kadar para verdiklerini işitmişti. On altı sayfa iki mecidiye… İki mecidiye! Bu parayı kazanabilmek umudu onu enikonu mutlu etti.

      “Acaba on altı sayfayı kaç günde tercüme edebilirim?”

      “Kaç gecede demek istiyorsun. Bilmem; belki alışıncaya kadar üç gecede…”

      O vakit iki arkadaş bu düşüncenin peşini bırakmadılar. Tercümesi yapılabilecek şeyleri düşündüler. Kitaplıklar karıştırıldı; uzun uzun konuşmalar, tartışmalar geçti. Düşünceleri hep yüksekten uçuyordu. En önemli eserlerden ayrılamıyorlardı. Hüseyin Nazmi, Lamartine’den “Raphael”, Ahmet Cemil Musset’den “Bir Yüzyıl Çocuğunun Serüveni” için diretiyorlardı.

      Sonunda biraz okumaya karar verdiler. Her ikisini ötesinden berisinden karıştırmaya başladılar. Okudukça kitapları ne için ele aldıklarını unutuyorlardı. Hele Ahmet Cemil artık Lamartine’in, Musset’nin on altı sayfasını iki mecidiyeye satarak yaşamaya çalışmak gerekeceğini artık aklına getirmiyordu. Sanki o önemli konu, demin konuşulup tartışılan dört sözle çözümlenmiş, bitmiş gitmişti.

***

      Bu iki çok güzel eserden birinin, belki her ikisinin tercümesine karar verdikten sonra Ahmet Cemil duramadı. Şimdi tercüme işi artık bir geçim karşılığı olmak acılığını yitirerek yıllardan beri tek emeli olan yazarlık işine tatlı bir başlangıç niteliğine bürünmüştü. Bunun hayal etmesinin tadı, Hüseyin Nazmi’nin köşkte kalması için ısrarlarına yenik düşmeyerek onu eve kadar geri sürükledi.

      Annesine, İkbal’e -gece ortaya konulan önemli meselenin hallinin, işte şu elinde kenarlarının yaldızı parıldayan kitapların arasında saklı imişçesine- içi rahatlamış bir bakışla bakarak “Ben biraz çalışacağım…” dedi. Hemen odadan çıktı. Her karar verdiğini hemen uygulamaya koymak isteyenlerdendi. Üstelik tamamıyla soyunmaya vakit bulamadı. Fesini, ceketini fırlatmakla yetindi. Odasının bir köşesinde cilası uçmuş eski ceviz masasının önüne oturdu. Önce “Raphael”i açtı.

      Tercüme konusunda kendisine has düşünceleri vardı. Aslına bütünüyle uygun kalarak cümleleri aynı yapı ve tamlama dizileriyle, aynı bağlarla tercüme etmek gerektiğine inanıyordu. İlk cümleyi okudu. Daha tercüme işiyle bir tanışıklığı, tecrübesi yoktu. Okuduğu hemen kolayca çevrilebilecekmiş gibi kalemi kâğıdın üzerine koydu, başlamak istedi.

      Neresinden başlayacağında kararsız kaldı; bir daha okudu. Kelimelerin sırasına uyarak cümlenin her parçasını birer birer tercüme etmeye başladı. Kimi zaman kelimeler için ona tıpı tıpına uygun bir karşılık arayarak kimi zaman bulduğu karşılıkların ahengini, altında üstünde bulunan ötekilerle iyi bir bağdaştırmaya eriştiremediği için onun bir eş anlamlısını düşünerek; doğal bir ahenkle birleşebilen küçük ayraçları tercümenin neresine sokuşturmak gerekeceğinde şaşkın kararsız kalarak tercüme ediyordu.

      Bir dakika önce yazdığı iki kelimeyi dört satır aşağıya koymayı daha uygun bularak önündeki kâğıtta yazdıklarından fazlasını silerek-çizerek bir türlü ele avuca sığmayan, söz dinlemeyen kaleminin arkasından uzun sürelerle çalıştı.

      Belki bir sayfa tercüme yaptı ama yıkıcı yıpratıcı bir yorgunluk!

      Çok

Скачать книгу