Turfanda mı Turfa mı?. Mizancı Mehmed Murad

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Turfanda mı Turfa mı? - Mizancı Mehmed Murad страница 3

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Turfanda mı Turfa mı? - Mizancı Mehmed Murad

Скачать книгу

vecd hâli ağır basıyordu.

      Saltanat kayıkları Sarayburnu’na geçince kendinden geçmiş bir hâlde olduğu yerde kaldı. Ağzından bir ses çıkmadı. Lakin gözlerinde heyecan ve sevinç gözyaşı eksilmiyordu.

      Mansur’un vücudu, zihninden ve kalbinden doğan birbirine zıt gayret ve sadakat duyguları için büyük bir mücadele meydanı kesilmiş bulunduğundan iradesi elden gitmişti.

      Bir saatten beri limanda, geminin güvertesinden İstanbul’u, Üsküdar’ı, Kadıköy’ü seyretmekteydi. Dünyada bu kadar güzel, bu derece azametli bir benzerinin bulunmadığını herkes bilir. Hâlbuki Mansur Bey hâlâ kendisini İstanbul’u görmüş saymıyordu. Gözleri yine hayalinde canlandırıp çoktan beri taşıdığı “İstanbul”u arıyordu.

      Acaba kendisini mi kaybetmişti? Yoksa İstanbul’u daha heybetli mi görmek isterdi? Peki ama Kurşunlu Mağara açıklarında bulunan geminin güvertesinden, bilhassa cuma günü görülen “Bilad-ı Selase” (Üsküdar, Galata, Eyüp)den daha heybetli bir görünüş hayale bile sığabilir mi?

      Vapur yolcularının bir kısmı, kendilerini karşılamaya gelenlerle beraber kucaklaşarak, el sıkışarak gitmiş, kalanları da birer kayık bularak yalnızca çıkmıştı.

      Vapurda Mansur Bey’den başka kamara yolcularından bir kimse kalmamışken, Mansur Bey’in çıkmak hususunu henüz hatırladığı yoktu. Sersem ve dalgın olarak etrafa bakınıp duruyordu. Lakin bakışlarına dikkat edenler onun gördükleriyle meşgul olmadığını kolayca fark edebilirlerdi.

      Vapur hareket ederken içi içine sığmayan Mansur Bey’de şimdi aceleden hiçbir eser kalmamıştı. Demek kendisi için bir dakika evvel kapısını çalmak istediği bir ev, bir an evvel bağrına basmaya koşacağı bir vücut yahut gayretini göstermek için öpmeye koşacağı bir etek yoktu.

      Evet, öyleydi. Mansur Bey İstanbul’a ilk defa geliyordu. Gelmesini icap ettirecek bir aile yahut tanıdık bir insan yoktu. Mektepten yeni çıkmış olduğu için etek öpmek usulünün gizli yönlerini ve hünerlerini henüz bilmiyordu. Bilmiş olsa bile bu hususta marifet göstermek için yarışa çıkmaya hevesli olan takımdan değildi.

      Mansur Bey “İstanbul”a geliyordu. İşte şimdi İstanbul’un orta yerinde bulunuyordu. Bir tarafa gitmek üzere aceleye lüzum yoktu.

      Omzuna hafifçe dokunan bir el ile “Güzel manzara, geniş odalar, nefis yemek, mükemmel hizmet, günlük beş frank (Amerika Oteli), kayık bekliyor, eşyanız varsa götüreyim” sesi, Mansur Bey’i daldığı düşüncelerden uyandırdı.

      Gemiden çıkmak lazım olduğunu anladı. Nereye gidecekti?

      Gidecek hususi bir yeri yoktu. Otele gidecek. İşte hazır komisyoncu da, kayık da gelmişti.

      Komisyoncunun sözlerinde yalnız “beş frank” sözü Mansur Bey’in hoşuna gitmedi. Beş frankın azlığından yahut çokluğundan değildi. Hilafet merkezinin limanında “frank” yerine “kuruş” sözünü işitmeyi arzu etmesindendi.

      Bununla beraber kabul ederek kamaraya indi. Ufak bir meşin sandığı işaretle:

      “Şunu alınız. İki sandık da kitap olacak. Lakin ambarda olmalı. İşte bilet.” dedi.

      Komisyoncu:

      “Sandıkları sonra idarehaneye alıp getiririm.” efendim. Siz kayığa buyurunuz.

      Kayık, Galata gümrüğünün önüne yanaştı. Gümrük memuru sandığı açtırdı. İçinde her çeşit çamaşırdan başka beş altı cilt kitap mevcuttu.

      Memur:

      “Bunların içinde zararlı bir şey olmasın.”

      Mansur Bey:

      “Yoktur. Lakin bakabilirsiniz.”

      Memur:

      “(Mansur Bey’in çenesini okşayarak) Senin gibi beyefendiler zararlı şey taşımazlar. Haydi kapa da işine git.”

      Mansur Bey, memurun bu hareketini o anda takdire muktedir olamadı. Çünkü sandığı açılırken, memura bakarak, kalbinden “İşte ilk tesadüf ettiğim gayret arkadaşım.” diyordu. Belki de çenesine el götürmek derecesinde gümrük memurunda hasıl olan cesaret, Mansur Bey’in bütün bir samimiyet ve muhabbetle yüzüne bakmasından ileri gelmişti. Memurun hareketini de, bu samimiyetin karşılığı gibi telakki edebiliyordu. Fakat gümrük memurunun hareketi, Mansur Bey’de iyi bir tesir uyandıramadı. Sebebi, eli uzatmadaki laubalice cüreti değildi. “Kitaplarda zararlı bir şey olmasın.” diyen memurun eşyasını muayene ile mükellef olduğunu düşünerek hakkıyla vazife yapmada müsamaha göstermiş olmasından dolayı hoşlanmamıştı. Zararlı eserler aramakla mükellef idiyse daha dikkatle bakması icap ederdi. Diğer taraftan, memurun ağzından herkese karşı “sen” yerine “siz” hitabının çıkmasını bekliyordu. Hatta bundan dolayı bastığı yere dikkat etmeyerek yolda uzanmış bir köpeğin ayağına bastı. Köpek acısından havlayarak dizine yapıştı ve pantolonunun paçasını dişledi. Üstelik köpekten sakınayım derken ayağı çamurlu bir çukura gitti.

      Bereket versin ki, Mansur Bey’de eski caddelerimizin şu hâli hakkında kendince bir fikir edinecek hâl kalmamıştı. Gerilmiş duyguları, bunlara gümrük memurunun hareketine verilen ehemmiyet kadar olsun bir ehemmiyet verilmesine meydan bırakmadı.

      Bahsettiğimiz vakitlerde tünel ve tramvay henüz yoktu.

      Yollar, caddeler açılmamıştı. Araba bile pek seyrek bulunurdu. Komisyoncu beygire binmesini teklif etti. Mansur yaya gitmeyi tercih etti.

      Mansur Bey’in köpeğin ısırmasına, çamura batmasına ehemmiyet vermemiş olması komisyoncu Yahudi’nin dikkatini çekti, içinden “Galiba bir mala çattık. Allah vere de herif zengin olaydı.” dedi.

      Hırsı kamçılanmış Yahudi, nereden geldiği, İstanbul’da ne kadar oturacağı, bildik ve akrabası olup olmadığı hakkında birçok soru yağdırdıysa da hiçbirine cevap alamadı. Birden vapurda ve gümrükte Türkçe sözler işittiğini unutarak fes giymiş Frenk zannıyla sorularını Fransızcaya çevirdi. Yine merakını gideremedi. Çünkü Mansur Bey “senin nene lazım”ı ifade eder bir bakışla Yahudi’yi susmaya mecbur etti. Yalnız iki yol ağzında, Türkçe olarak, “Ne tarafa gideceğiz?” demekle yetindi.

      Diğer bir hamal, bir araya bağlanmış bir düzineden fazla sandalyeyi arkasına almış ve yükü altında kendisi kaybolduktan başka dar sokağı da tamamen kaplamış olduğu hâlde iki büklüm olarak geliyordu. Üstündeki sandalyelerden birinin ayağı bir Frenk mağazasının güneşliğine takıldı. Hamal mağazacıya seslendi. Frenk sesini çıkarmadı. Hamal tekrar etti. Yine cevap alamadı. Zaten ağır yük altında hırslanmış bulunan hamal şiddetlice bir hamle ile ilerleyince güneşlik yerinden koparak sokağa düştü. Hamal da güya hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi yoluna devam etti.

      Mağazacı bu defa, lüzum gördüğü vakit süratli hareket edebileceğini göstererek hırsla hamalın arkasından yetişti ve yükünden tutarak alabildiğine geriye doğru çekti. Hamal arka üstü düştü. Hamalın düşmesiyle altında olan iki sandalye kırıldı. Yükünün altından kurtulan hamal mağazacıya

Скачать книгу