Cehennemden Selam. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Cehennemden Selam - M. Turhan Tan страница 13

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Cehennemden Selam - M. Turhan Tan

Скачать книгу

vakit vakit yere vurarak yahut birlikte sıçrayarak salonu tekdüze adımlarla devrederlerdi.

      Tarikatlar tarihini yazmadığımız için bu beşinci faslı fazla uzatmak istemiyoruz. Yalnız tekkelerin dış yüzünü kısaca tasvir ederken oörümcek ağlarının iç yüzünü de bir nebze açıklamak isteriz.

      Tekke hayatında hâkim olan, genellikle riyadır. Zaten halkın vicdani saflığını, mantıksız itikadını istismar için kurulan bu ocaklarda başka türlü bir ayırıcı özellik tasavvur olunamazdı. Dervişlerin alçaltıcı ve iğrendirici bir imani bozulma ile yüce saflıklarını kaybettikleri unutulmamak şartıyla, tekkelere ta gönülden bağlı olduklarını kabul ediyoruz. Bu şuursuz sürü, zaman zaman ve zemin zemin, mezhepleri ve tarikatları uğrunda sevine sevine canlarını feda etmişlerdi. Fakat şeyhler?.. Tereddütsüz denilebilir ki bunlar, istisnasız ikiyüzlü, sahtekâr, hilebaz birer şahsiyet idi.

      Bir şeyhin en büyük mahareti ve yegâne kudreti “esrarlı” görünmesindeydi. Bu adamlar, daima muttaki, perhizkâr görünürler, belirsiz sözlerle muhataplarının tecessüs ve merakını celp ve tahrik etmeyi bilirlerdi.

      Mesela, bir münasebet düşürerek “Havva, Âdem’in bir kaburga kemiğinden çıkartıldı, ne demektir?” deyiverirlerdi. Fakat bu sorunun cevabını vermezlerdi. Maksat, dinleyenlerde hayret, şaşkınlık, tereddüt meydana getirmekten başka bir şey değildi. Bazen söyledikleri sözü izaha başlarlar, yine tamamlanmamış olarak bırakırlardı. Ve “Din, pek güçtür, pek esrarengizdir; ancak kalbi Allah tarafından ilham nuru ile parlatılan bir imanlı kul, din-i mübinin hakiki manasını anlayabilir.” tekerlemesiyle gerekli buldukları belirsizliğin, muhataplarında irfansızlıktan ileri geldiğini hissettirirlerdi.

      Şeyhlerin hususi hayatlarında namaz, zekât, oruç gibi farzların hiçbir mevkisi yoktu. Bütün bu merasim, onlarca timsallerin tasvirlerinden başka bir şey değildi. Ancak avamı itaat altında tutmak için bu ilahi emirlere hürmetkâr görünürlerdi.

      Bazen, dinî adap ve erkânı, apaşikâr terk etmekle halkı çileden çıkaran tarikat kurucuları da görülmüştü. Daha Hicret’in üçüncü asrında türeyen “Karmat” lakabıyla meşhur şahsın hareketi bu kabîldendi. Bu adam, binlere varan müritlerini bütün dinî ibadetlerden muaf tutmuştu. Artık hiçbir kimse namaz kılmakla, oruç tutmakla mükellef değildi. Bilakis herkes, mezheptaş olmayanların mallarını yağma etmekte hürdü.

      Miladi 14’üncü asrın ortalarına doğru Fransa’nın kuzeyinde meydana gelen çiftçi isyanı gibi “Karamit”in kulları da Doğu âleminde ilk köylü ihtilalini yapmışlardı. Fakat iktisadi değil, mezhebî ve yırtıcı bir hücum ile!40

      Çelebi Mehmet devrindeki Şeyh Bedrettin-i Simavi, aynı yollardan giderek o çok tehlikeli ve çok büyük bir dinî isyanı ilan ve idare edebilmişti. Karmati gibi o da yeryüzünün bütün zenginliğinin kendilerine vadedilmiş ve ait olduğunu müritlerine temin etmişti.

      Misalleri çeşitlendirmekten kaçınıyoruz. Gösterdiğimiz örnekler, bir şeyhin ruhunda daima fırsat bekleyen, parlamaya hazır bir itikatsızlık rüyetinin mutlaka yaşadığını lüzumu kadar ispat eder. Yalnız muhterem okuyucunun şuna inanmasını isteriz ki İslam’ın göğsünden doğan “Karamita” mezhebi mensuplarının bir zamanlar Mekke’yi de tahrip ettikleri tarihi bir hakikattir.

      Ebu Tahir isminde bir adamın reislik ettiği yeni mezhep salikleri bir hac mevsiminde mukaddes şehre hücum etmişlerdi. Haccac’ın korkutması ve dehşeti tasviri imkânsız idi. Erkekler ağlayarak, dua ederek Kâbe’nin duvarlarına tırmanıyorlardı. Kadınlar, sığınacak bir yer bulamamaktan kederli, ah ve inleme içinde yerlerde sürükleniyorlardı. Fakat saldıranlar aralıksız ilerliyorlardı. Önlerine rast geleni kılıç darbeleriyle öldürüyor, atların ayakları altında çiğniyorlardı. Ebu Tahir dertli hacılarla alay ederek “Siz hakikaten eşeklersiniz. Bu toprağın darülislam olduğuna inanıyordunuz. Bu eman ve selamet nerede?” diye bağırıyordu.

      İşte Allah’ı bir, peygamberi hak, Kur’an’ı mukaddes tanıyan bir mezhep ki onun salikleri, Kâbe’yi tahrip etmekte bir sakınca görmemişlerdi. Ve oradan Hacer-i Esved’i ganimet diye alıp dokuz sene yanlarında taşıdıktan sonra, bugünkü evrak-ı nakdiye hesabıyla, iki yüz bin lira karşılığında geri vermişlerdi.

      Ruhen böyle alçak bir istidat taşıyan şeyhlerin zevk ve haz namına yapılmadık şey bırakmayacakları kolaylıkla anlaşılır. Gerçekten tekkeler, baştan başa bir zevk ocağı, bir aşk yatağı idi. Her şeyhin mutlak ve mutlak sürülerle sevgilisi bulunurdu. Hariçte tespihi elinden düşürmeyen şeyhin, halvetgâhında meşgalesi pek başka olurdu.41

      Aşk denilen şu herkesin bildiği duygu, onlarca hakiki ve mecazi namıyla ikiye ayrılmıştı. Her güzel şey, cansız veya canlı olsun Allah’ın kudretinden bir numunedir. Eserdeki güzellik, eser sahibinin ilahi cemalinden bir zerredir; nasıl ki gök gürlemesi, şimşek ve her türlü afetler de Allah’ın celalinden bir nişanedir.

      İnsan mükemmel varlık olduğu için bilhassa ilahi sıfatlara aynadır. Cazibeli bir göz, göz çeken bir sine, güzel bir endam, hep, hep Allah’ın cemalini hatırlatır. İşte böyle, abitçe ve zahitçe bir hatırlatmaya vesile vereceği içindir ki güzel yüzlü gençleri sevmek sırf ibadettir! Gençlerin aşkı ruh rehberi olarak görülerek aşkullaha ulaşılır! Hakiki aşk ile mütehassis42 olduktan sonra, güzellerle eş olmakta, onları kucaklamakta ve öpüp okşamakta hiçbir mahzur yoktur. Bu kucaklamalar, bu buseler tıpkı bir çiçeği koklamak gibidir.

      Çiçeğin koklanırken soldurulması ihtimali, şeyhlerin yanında hatıra getirilemezdi. Bu cüreti gösterenler, derhâl hazret-i pir-i destgirin gazabına havale olunurdu.

      Çer çöp ve hatta zararlı haşereler mesabesinde olan avam, hakiki aşka mahrem olamazdı. O zümrenin nasibi ancak mecazi aşktır ki ruh ile alakası yoktur asla, hayvanca bir zevk almadan ibarettir.

      Fakat bütün bu tasavvufi masallar, ortadaki hakikati örtemezdi. Tekkelerin pisliği, açık bir lağım gibi berbat bir kokuşmayla durmaksızın taşıverdi. İçlerinde, zikir ve tehlili müteakip, bilinmez nasıl bir cezbedilme ile at seyislerinin koynuna girecek kadar hayvanca alçalış gösterenler görülmüştü. Öyle iken en süfli uzviyetlerinde bir mucizeli hâl tecellisi kuruntu ettirmeye ve bu kuruntuyu keramet şeklinde dillere düşürmeye kalkışanlar vardı. Ne kadar yazık ki bu alçaklık ve sapkınlık bulaşmış rezilce uydurmalara inananlar da eksik değildi!..

      Ruhlar âlemi, şüphe yok, bahtiyar eden bir darbe, nurlu ve karanlıkları gideren bir darbe, bu sefil hayatı tarumar etmeye kâfi geldi ve şimdi biz, o rezaletleri, uzak bir tarih efsanesi gibi yâd ederken, bütün o geçmiş yılların ve asırların ruhundaki hüsrana merhamet hissediyoruz.

      Rumiye Şeyhi atıyla, dervişlerini çiğneye çiğneye, mihrabımsı yerin önündeki koyun postunun kenarına gelmişti. Orda atından inerek derin bir rükûya vardı, birkaç dakika bu vaziyette kaldı. Onun rükûyu terk etmesi, salonda yatan dervişler için bir ayağa kalkma işareti olmuştu. Hepsi birden kalkarak kerametpenahın önünde eğilmişler, eski yerlerine dönmüşlerdi. Metanetli ve sabırlı, yeni bir tehlil sahnesinin açılmasını bekliyorlardı.

      Bu defa şeyhin idare ettiği ayin, pek coşkun bir tarzda cereyan etmişti. O derecede ki, sallanıp sıçramaya idmanlı olan bütün dervişler, sahnenin

Скачать книгу


<p>40</p>

Miladi 1305 yılında, Jak Bunom isminde birinin ifa ettiği ihtilal, Kuzey Fransa’yı altüst etmişti. Köylülerle çiftçilerden terekküp eden asiler, son derece hunharca hareket ediyorlardı. Bu isyana, reisin ismine izafetle “Jaklok-Jaequerie” denilmişti. Burjuvalarla asilzadeler birleşerek bu ihtilalin önünü almışlardır. (y.n.)

<p>41</p>

İmam Gazali k.s. Hazretleri’nin Hüccetülislam ve Fart-ı Takva ile memduh has ve am iken İbni Cevri ol zat-ı alişana ta’n iledir ki taze nevreste mahbubları terbiye edib müşahede-i cemal amirane mail idi.

–Tacüttevarih’ten

Nurettin-i Şehit Hazretleri’nin bir mahbub ibrikdarı var imiş. Evkat-ı hamsede ve gecelerde teheccüt vaktinde daima abdest verib hizmetinde olub yanından ayırmayıb hemvare müşahede-i cemal -i pakiyle tahsil-i vücut ve hâl ederlermiş. Musahibanından İsmail bir gün nush u pend edib “Sultanım! Bazı kasır nazarlar hakkınızda suizan edib ibrikdara muhabbeti vardır, derler.” dedikte tebessüm edib “Beli, severiz ve bir katre nutfe-i kudreti bu hüsnü cemale nail ve böyle sıfat-ı cemileye vasıl eden mahbub-u hakikinin pertev cemal sun’ı paki müşahedesine ayinemiz olduğu cihetten, ibrikdarın meftunuyuz.” deyu cevab vermişler!

–keza

Mevlana-yı müşarünileyhe pak damen ve salah ederler. Lakin müşahede-i huban ile mütelezziz olup sair hüddamdan maada taze rû ve mehpare beş altı tane nazenin hizmetkârı eksik olamazdı. Bunlara eyyam-ı şitada Hint alacası ve mirzai boğası kapama ve şal kuşak eyyam-ı sayfda ince kırım, kesimi beyaz sade ve som sırma kulak kuşak kuşadıb eyyam-ı mutedilede süt mavisi ince bir çentiyanlar giydirib çakşır giydirmez imiş!

–Naima’dan-

Mezbur bıyıklarını tıraş ve zu’munca her hâlini senet-i nebeviyyeye tatbik davasında idi. Suret-i zahirede de evlat yerine terbiye edilmiş bir nevcivan hizmetkârı vardı. Her bir kumaştan uçkurluk yaptırmıştı. Pir-i müşarünileyh, hin ü salde harir uçkurluğu görüb “Bu haram kumaşı gider. Kâh bigah vücudumuza dokunup bimana-yı muhâlde asim oluruz.” demişti.”

–yine Naima’dan

<p>42</p>

Mütehassis: Çok duygulu, duygulanmış. (e.n.)