Cem Sultan. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Cem Sultan - M. Turhan Tan страница 5

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Cem Sultan - M. Turhan Tan

Скачать книгу

style="font-size:15px;">      Hayat böyle mahdut ve hele mukayyet olunca sohbet mevzuları da tabiatıyla darlaşırdı. Şu kadar ki o dar mevzular, değişikliklerle doluydu. Mesela at mevzusu alabildiğine değişirdi. Herkesin birkaç atı ve her atın birçok hikâyesi vardı! Harp mevzusu da öyleydi. Her yıl ve hatta her gün harp eden bir milletin menkıbelerine nihayet mi olur? Hülasa o zamanların yaşayışı bizim havsalamıza sığmayacak şekildeydi. Beşikteki çocuklar, ninniden ziyade at kişnemesi, silah şakırtısı ve harp hikâyesi dinlerlerdi. Gençler, ilk neşeyi cirit meydanlarında ve ilk heyecanı harp sahnelerinde duyarlardı.

      Leylek Murat’ın da içlerine karıştığı Sinan Paşa konukları da aynı şeyleri konuşuyorlardı. Koğuşumsu geniş odada birer posta uzanmışlardı, çorba gelinceye kadar çene yarışı yapıyorlardı. Hacı Çelebi’nin adamları dervişliğe bel bağlamış kimseler olmakla beraber yine attan ve silahtan anlarlardı, savaş hikâyelerinden zevk alırlardı. Çünkü onlar da Türk’tü. Zaman zaman teberlerini omuzlayarak gazaya giderlerdi, ya Mora’dan ya Sırbistan’dan mürşitlerine canlı ve cansız armağanlar getirirlerdi.

      Bu yiğitliğe vurgun ve bizzat yiğit adamlar, şimdi de dil birliği yapmışlardı, Midilli’nin nasıl alındığından, Belgrat önünde nasıl çarpışıldığından, Mora’nın nasıl altüst edildiğinden, Kazıklı Voyvoda Vlad’la nasıl boy ölçüşüldüğünden, Arnavutluk’ta nasıl at oynatıldığından tutturarak son yarım asrın harp menkıbelerini birer birer anlatıyorlardı.

      Bu anlatışta ve dinleyişte, gökten indiğine inanılan ayetleri okuyanlarla dinleyenlerdeki o büyük cezbe, o derin heyecan göze çarpıyordu. Riya yoktu, mübalağa yoktu, süs yoktu. Sade ve basit konuşuluyordu, lakin o sadelikte sinir yakan, gözlere ışık dolduran bir hususiyet vardı. Mesela Arnavutluk’ta Akçahisar önünde Kumandan Balaban Bey’in ölüşünü anlatan yolcu, gözlerini kapayarak, sesini yavaşlatarak gamlı bir terane gibi bildiklerini anlatıyordu; dinleyenler de sanki vakayı gözleriyle görüyorlarmış gibi teessür duyuyorlardı, bambaşka bir hâl alıyorlardı. Hikâye şöyleydi:

      “Keçi yollarından geçtik, kayalardan atladık, uçurumlardan aştık, güç bela Akçahisar’a ulaştık. Rahmetli Balaban, bir teke gibi en önde gidiyordu. Fakat ne teke!.. Kaplandan yiğit, aslandan atılgan. Onun adım atışına baktıkça imreniyorduk, mübarek adam, yürümüyordu, sıçrıyordu. İşte biz onun ardından yol aldık, Paşadağı’na vardık. Yunus Bey’i beklemeye koyulduk. Onun getireceği yoldaşlarla birleşip sel gibi şehre akacaktık. Meğer Arnavutlar, Yunus Bey’i pusuya düşürmüşler, yakalamışlar. Bizim bu uğursuzluktan haberimiz yok. Dikenden, çalıdan parçalanan ayaklarımıza tımar yapıyoruz, kılıçlarımıza cila veriyoruz, bekliyoruz. Dağa çıktığımızın sabahı, gün doğar doğmaz, ne görelim: Yunus Bey’le oğlu Hızır Bey, zincirler içinde dağın ortasına getirilmemiş mi?.. Artık Balaban’daki coşkunluğu sorma. Yavrusu öldürülen kurt gibi homurdanıyordu, saçları dimdikti, gözleri kıpkırmızıydı. Hakkı da vardı. Zincire vurulan Yunus, onun kardeşi, Hızır da yeğeni idi.

      Biz de onun kadar acı duymuştuk, kabımıza sığamaz olmuştuk, saldırmak için emir bekliyorduk. Balaban, çok sürmedi, bu emri verdi, yine kendi önde olduğu hâlde dağdan aşağı atıldık. Tam şehrin varoşu önünde Balaban şöyle bir durakladı, iki tarafına sallandı, sonra geri döndü, eliyle bize kaleyi göstererek yıkıldı. Tam boğazından bir tüfek yarası almıştı!..”

      Birisi sordu:

      “Siz ne yaptınız?”

      “Yürüyen kaya dönmez ya, ilerledik, ezerek, kırarak yürüdük, şehre girdik. Ne çare ki aldığımız palanga, Balaban’ın tırnağına değmezdi.”

      Bu hikâyeyi Otlukbeli tepelerinde çarpışan başka bir adamın söylediği menkıbeler ve onu, İzonzo suyunu yüzerek geçen bir başkasının hatıraları takip ediyordu. Yalnız Leylek Murat susuyordu, dinler gibi görünüp tahtırevan güzeliyle meşgul oluyordu. Kırk yıllık âşıkmış gibi muzdaripti, üzüntü geçiriyordu, kendisini Hacı Çelebi ile görüştürecek olan adamın henüz harekete geçmemesinden dolayı da ayrıca sinirleniyordu.

      Bir saat, iki saat işte böyle geçti, nihayet sofralar kuruldu, konuklara etli pilav ve bol ayran ikram edildi, arkasından da namaz işareti verildi. Leylek Murat, tahtırevan güzelini mihrap ve mabut mevkisine koyarak ve hep onu düşünerek yoldaşlarla birlikte namazını kıldı, duasını yaptı. Doğrusunu söylemek lazım gelirse dua hususunda en samimi olan o idi. Candan, yürekten yalvarıyordu, yüzünü yarı görüp de henüz adını öğrenmediği sevgiliye kavuşabilmek için Allah’tan, yana yakıla yardım diliyordu.

      Bu iş bittikten sonra yine odaya döneceklerdi, yatsıyı bekleyeceklerdi, Leylek Murat’ta ise daha bir dakika dayanmak kudreti kalmamıştı, bu sebeple yoldaşlaştığı adama sokuldu.

      “Hani ya…” dedi. “Beni Çelebi’ye götürecektin?”

      “Ha, evet, götürecektim, fakat paşa ile konuşuyorlar diye geciktirdim, istersen şimdi gidelim.”

      Biraz sonra Çelebi’nin oturduğu yere varmışlardı. Kılavuz, orada kümelenen adamların arasına girdi, içlerinden biriyle üç dört kelime konuştu ve Leylek Murat’ı göstererek son vazifeyi yaptı:

      “Çelebi’ye sevgisi olan yiğit budur, elini öpüp hizmetinde bulunmak istiyor. Bu sevabı da sen kazan, arkadaşı götürüp tanıt!..”

      Hacı Çelebi, Karaman diyarının hakiki hükümdarı idi. Binlerce ve binlerce adamın yüreğinde saltanat sürüyordu, küçük bir işaretiyle koca bir vilayet ayağa kalkardı, yine bir işaretiyle o halk kuzulaşırdı. Maddi ve manevi hastalıkların hekimi, büyük ve küçük davaların kadısı, geçinemeyen karı kocaların öğütçüsü hep o idi. Üfürür, muska verir, hüccet yazar, öğüt dağıtırdı. Dualarının müspet netice verdiği bilinmezse de bağ ve bahçe davalarında, miras işlerinde, gönül meselelerinde verdiği hükümlerin istinaf7 ve temyiz edilmesine imkân yoktu, bu hükümler mutlak bir itaatle kabul olunup gidiyordu.

      Devrin hususiyetlerinden istifade ederek hükûmet içinde hükûmet kurmuş ve hazineler düzmüş olan zeki Çelebi, her şeyden evvel adamlarını çoğaltmak isterdi. Bunun için propagandalar yaptırır, gün başına birçok adam kandırırdı. Yine o maksatla, uzaktan, yakından yanına gelenlere güler yüz gösterir ve icabına göre paraca da fedakârlığa katlanırdı. Adamlarına, gelenlerin kim olursa olsun geri çevrilmemesini emretmişti. Vezirleri, beylerbeyileri kapısında bekleten Çelebi, yalın ayak bir ziyaretçiyi hemen huzuruna kabul ederdi.

      Leylek Murat da kendisiyle çarçabuk karşılaştı. Sinan Paşa, kudretli ve kıymetli misafirini, rahat etsin diye, yalnız bırakarak içeri çekilmişti, o da kendi hesaplarıyla uğraşıyordu. Leylek’in yanına getirilmesi üzerine taylasanlı8 sarık altında büsbütün büyük görünen başını kaldırdı, zeki gözlerini ulak kılıklı ziyaretçiye dikti.

      “Gel bakalım evlat…” dedi. “Elimi öp!”

      Leylek Murat, Çelebi’nin saçlı, sakallı çehresinde de tahtırevan güzelini görüyordu, uzatılan eli öperken de onun yumuşak ellerini öpüyormuş gibi tuhaf bir haz alıyordu.

      Çelebi, misafirin bakışından ve dudaklarındaki titrek alevden bir şeyler sezinsemekte

Скачать книгу


<p>7</p>

İstinaf: Mahkemenin verdiği kararı kabul etmeyerek bunu istinaf mahkemesine götürme. (e.n.)

<p>8</p>

Taylasan: Başa sarılan sarığın omuzlar üzerine salınan ucu. (e.n.)