Mesail-i Muğlaka. Ахмет Мидхат

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Mesail-i Muğlaka - Ахмет Мидхат страница 6

Жанр:
Серия:
Издательство:
Mesail-i Muğlaka - Ахмет Мидхат

Скачать книгу

gibi en büyük sefahat yerleri de bu taraflarıdır. Tiyatroların en büyükleri, en çokları, kahvehanelerin, lokantaların vesairenin en parlakları hep bu caddelerdedir. Her türlü zevk ve sefa arayanlar aradıkları şeyleri buralarda bulurlar. Bizim İstanbul’da sefih bir hayat geçirmek için yiyecek parası olanlar para yemek için Beyoğlu’na gittikleri gibi Paris’te de bu yolda para yemek isteyenler bu gibi bulvarlara giderler.

      Bunlardan İtalyanlar namına kayıtlı olan bulvarda 20 numaralı mahal ise “Maison Doree”13 yani “Beyt-i Müzehhebe”14 denilen lokantadır. En meşhurlarından birisi işbu Maison Doree olmak üzere, bulvarlarda bulunan bu mühim lokantaların umum için bir büyük salonu ve havas için de birkaç küçük salonu bulunur ki bunların girişleri yine halkın gözleri önündedir. Fakat bir de havasın havası için küçük daireleri vardır ki onların girişlerinde merdivenleri de gizlidir. Kilerleri ve hizmetkârları da başkadır. Buralara girecek olan zenginlerin eşleri, gerçekten nikâhları altında mıdır değil midir insan sormadan edemez. Herhangi bir çift buraya müracaat edecek olursa gireceği daire kendi hususi hanesi addolunur. Oraya istediklerini kabul ederler, istemediklerini de kabul etmezler.

      Bu yerlerde yiyecek ve içeceklerin listeleri üzerinde fiyat dahi yazılı değildir. Yalnız nevileri/çeşitleri yazılıdır. Müşteriler hesap görecekleri zaman daire müdürü fiyatları o müşterinin tahmin olunan hâl ve şanına göre belirler. Meşhur Rehnumâ-yı Seyyâhîn’i yazan Bede-ker der ki: “Bu yerlerde, Fransız altınları tava içindeki tereyağı gibi erirler.” Bu lokantaların birisinde edilen üç kişilik bir gece yemeği için 176 frank verilmiş olduğunu bile yine Bedeker yazar ise de bunu yazarken gösterdiği hayret ifadesi malum seyyahın saflığına verilmelidir. Üç kişilik bir soupe15 içenden 176 frank alınması yine pek az esnafça bir alışveriş addolunmalıdır. Yalnız bir çift için 500 frank alındığını da biz duymuştuk.

      Paris’te bir arabacıya “Beni falan yere götür.” denildiği zaman arabacı en kısa yolları tercihen götürmekte serbesttir. Çünkü böyle bir emir bir “course”16 yani bir hareket kabul edilerek fiyatı ona göre tayin olunur. Eğer güzergâh tayin olunarak emir verilirse o zaman saat pazarlığı ediliyor demek olacağından arabacı saatine bakar. Geneli gibi biraz da zevzek olursa saati yolcuya da gösterir. Hesap zamanında kavga çıkmaması için Madam de Rose Bouton’un verdiği emir üzerine arabacı tabiatıyla kestirme yolları tercih etti. Louvre Sokağı’ndan sağa sapıp Victor Meydanı’na vardıktan sonra diğer caddelere, sokaklara nispetle pek dar ve aydınlanması az olduğu için de gereği gibi karanlık sokaklardan geçerek birden bire bir nur deryasına giriverdi ki işte orası Boulevard des İtaliens idi. 20 numaraya gelmeden önce durdu. Arabanın içine doğru eğilerek o zaman madam tarafından, “Hususi yere!” emri de verilince bulvarın kuzey sırasında avlu gibi bir yere girdi ve arabasını durdurup aşağıya atlayarak madama kapıyı açtı. Madam de Rose Bouton’u arabaya bindirirken mendilini istimal ettiği fıkrasını yazmayı unuttuk ise de burada o noksanı da ikmal ile beraber arz edelim ki araba kirasını “pourboire” yani şarap bahşişi ile beraber verirken burnunu da silen madam, arabacıya yüzünü asla göstermedi. Arabacının da umurunda mı sanki? Onlar daha ne kadar acayip vakalar görmüş adamlardır! Böyle şeyleri artık kanıksamışlardır. Arabalarına kimler binerlerse binsinler cümlesi onların nazarında “yük”ten başka bir şey değildir. Ehemmiyetin en büyüğü “pourboire”dadır.17 Arabacıya “pourboire” vermemek onun hakkında âdeta hakarettir. Hâlbuki Paris’te pourboire yalnız arabacılara da mahsus değildir. Umumidir. Hani ya o rüşvet kabul etmeyen gümrük memurları? Hani ya o ehemmiyetin de üstünde olan memurlar hatta daha büyükleri? Pourboire miktarı muayyen değildir ki! Beş santimden alınız da on franga, yüz franga kadar! Daha ziyade bile pourboireler vardır. Hizmetine göre efendim, hizmetine göre! Şu günlerde ismi matbuatı doldurmakta olan Dreyfus’u Şeytan Adası’ndan kaçırmaya girişecek olan polis memurlarına kim bilir kaçar bin frank pourboireler verirlerdi.

      Arabacı ile hesabını bitirdikten sonra Madam de Rose Bouton keklik gibi sekerek daire kapısından içeri girdi. Öyle bir cüret ve maharet ile giriyordu ki görmüş olsaydınız karının buraların hiç de acemisi olmadığına derhâl hükmederdiniz. Zira böyle bir yere ilk giren ve kadınlığı henüz tamamıyla karılığa tahvil edememiş olan acemilerin acemilikleri itirazlarından, cüretsizliklerinden ilk nazarda besbelli olur. Buralarda uşaklık edenlerden bir emektarın rivayeti olmak üzere bize kadar nakledilen bir rivayete göre, iki üç arkadaş birlikte böyle bir lokantaya girerlerken daha ilk girişte bir kokuyu muhafaza etmekte bulunan birisi utancından, korkusundan, sakınmasından sendeleyerek düşmek derecesine gelmiş de diğer arkadaşları bu cüretsize kahkahalar ile gülerek onun bu mahcubiyetini küçümsemişler. Koca Paris, Avrupa’nın manevi yükselişini yazmak için filozoflar sana müracaat etmelidirler! Bunun için senden yüce bir zemin bulamazlar. Madam de Rose Bouton kapıdan girer girmez iki süslenmiş uşak onu karşıladılar. Kendisi için ayrılmış olan salonun numarasını söylemesi ile madamı derhâl o numaraya yönlendirdiler. Fakat salon henüz boş idi. Burada birleşmeleri gereken zat henüz gelmemişti.

      Ama şimdi bu gecikmeye madamın canı sıkılır mı ki?

      Elbet! Bahusus ki on dakika kadar beklemeden sonra oraya bir erkek geldi ama… Bir kadın ismi söyleyip:

      “.....geldi mi?”

      Sualine uşak tarafından verilen cevabı Madam de Rose Bouton anlayamadı ama… Pekâlâ, işitti ki sesten hiçbir yoruma mahal kalmamak suretiyle anladığına göre bu gelen erkek kendi kocası Monsieur de Rosa Bouton idi…

      2

      Abdullah Nahifi

      Bir ocak ayını zihninizde tutunuz. Kış mevsiminin en şiddetli zamanı! Hem de Paris kışının en şiddetli zamanı ki bazı seneler Paris’in kışı şiddetçe Sibirya kışlarına taş çıkartır. Böyle bir kış mevsiminde bir pazar akşamı idi ki gazlar henüz yanmamış oldukları gibi; yanmış bulunsalar bile insanın yirmi adım önünü göremeyeceği kadar acayip bir karanlık hükümferma idi. Çünkü bizim “kuşbaşı” tabir ettiğimiz surette buram buram yağmakta olan karlar gece karanlığına teşbih edilmekle beraber etrafı temaşaya mâni olduğu için “acayip” diye nitelendirmeye mecbur olduğumuz bir tipi karanlığı teşkil ediyordu.

      Böyle bir zamanda Paris’in bile sokaklarının tenha olması zaruridir. Paris’in sefaletlerini kalemlerine dolamak isteyen yazarların arayıp da bulamayacakları bir mevsimdi! Ve öyle bir zaman ki, böyle şiddetli bir mevsimde Paris’in vefatları her zamanki miktarın iki misline varır. Çünkü haftada bunların ortalama sayısı bine yaklaştığı belediyeler tarafından tanzim olunmuştur. Dia gazetesinin neşrettiği istatistik cetvellerinden öğrendiğimize göre vefatların sair mevsimlerde pek azı açlıktan vukua geldiği hâlde, bu şiddetli kışlarda, açlıktan helak olanların miktarı daha da arttığı gibi soğuktan helak olanların miktarı da buna yakın olmuştur. Ama “açlıktan” dediğimize bakıp da bunların tamamının ekmeksiz kalarak birkaç gün hiçbir şey yemedikleri için ölenler olduğunu zannetmeyiniz. Öylesi de az değil ya? Fakat bu “açlıktan helak” sözünü Paris tıbbının hususi bir tabiri şeklinde kabul ediniz. Manası ise, fakirlikten dolayı fena beslenerek vücutlarının zayıflaması ve buna bağlı olarak küçük bir hastalığa dayanamayarak öteki dünyaya gitmek demektir. Havanın tahrip edici şiddetinin bu derecelere vardığını tabii ki Paris’te öğrenmedik. Kimse kalmadığı

Скачать книгу


<p>13</p>

Yaldızlı ev.

<p>14</p>

Altın ile yaldızlanmış, süslenmiş ev.

<p>15</p>

Çorba.

<p>16</p>

Yarış, koşu.

<p>17</p>

Bahşiş. (e.n.)