Mürebbiye. Hüseyin Rahmi Gürpınar

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Mürebbiye - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 8

Жанр:
Серия:
Издательство:
Mürebbiye - Hüseyin Rahmi Gürpınar

Скачать книгу

ukaladan her birinin düşünmesi, anlaması bir çeşitten olsa idi dünyada hemen her ilim ve fen ile her hususta akılların mesleği bir olurdu. Her şeyde görülen çeşitli fikirler, bu kadar görüş ayrılıkları görülmezdi. İşte bu umumi kaideye göre kimi zengin damat arar kimi fakir. Başkasının davranışlarında gördüğümüz kendi fikir ve görüşümüze uymayan her şeye gülmemiz, şaşmamız lazım gelse ömrümüzün büyük bir kısmını gülmek, şaşmak ile geçirmemiz lazım gelirdi. Herkes davranışına kemdi aklıyla karar verir. “Akılları mezada vermişler de herkes gene aklını beğenip almış.” sözü meşhurdur.

      Lakırtı lakırtıyı açar ama her açıdan lakırtı gediğine kalem sokmak, bahsi büsbütün çığırından çıkarır. Kafada zevzeklik, kalemde söz anlamazlık olursa ne yapmalı?

      Evet efendim… Dehrî Efendi damadını fıkaradan seçmişti. Buna sebep de gözü açılmadan yanıma gelsin, her şeyi burada görsün fikri idi. Sakat bir fikir ama aile insanlarından hangi babayiğit Dehrî Efendi’nin karşısına çıkıp da “Siz okuduğunuz kitaplarda yanlış görmüşsünüz. İnsanlar analarından hepsi gözü açık doğarlar. Gözü kapalı doğmak kedi falan gibi bazı hayvanlara mahsustur. Allah saklasın, ara sıra insanlarda da gözü kapalı doğan olur ama onların gözleri yedi gün sonra açılmaz.” diyebilecek?

      Damat olmadan önce de Sadri’nin o yalıya gidip geldiğini söylemiştik ya. Sadri, bayram, kandil gibi resmî ve mübarek günlerde Dehrî Efendi’nin eteğini öpmek fırsatını hiç kaçırmazdı. Böyle her tebrik ve etek öpmek ziyaretinde Sadri oda kapısından içeri girerken belini olabildiği kadar kamburlaştırıp bacakları diz kapaklarıyla keskin bir zaviye teşkil edecek kadar kırdıktan sonra Amca Bey’in yürüyüşünü taklit eder gibi çağanozvari, yampiri bir yürüyüşle koşa koşa gider, o feyizli eteği yüzüne gözüne sürerek öper, efendinin ettiği tek ve hafif temannaya karşı -gövdesine verdiği o kargacık burgacık şekline hiçbir bozukluk vermeden ayakları geri geriye işler ve sağ elinde de- makineli tüfek ateşi gibi temanna atış talimidir gider. O acayip tornistan tavrıyla arka arka gide gide nihayet gidecek yer kalmaz, arkası duvara dayanır. Gene o durumda da bir zaman daha ayakta durur. Sonunda Dehrî Efendi son derece büyük bir iltifat olarak “Otur.” emrini verir. Bu iltifata karşı bir ikinci ateş talimi daha olur. En sonunda Sadri, şamandıra üzerinde tek ayak üstünde martı durur gibi boynunu bir tarafa bükerek vücudunun hemen hemen onda bir kısmı denecek kadar çekingen bir hâl ile sandalyelerden birinin ucuna ilişir.

      Dehrî Efendi, Sadri’nin işte şu hâllerinden çok terbiyeli bir insan olduğuna karar vermişti.

      Ev sahibi ile sonradan damadı olacak insan arasında dereden tepeden söz açılır. Fakat Dehrî Efendi’nin konuşmalarındaki deresi tepesi, bütün söz vadileri ekonomi politik, kimya, zooloji, botanik, en çok da bunların cümlesinden ehemmiyetli olarak doğum ilmidir.

      Bunlardan oldukça derin derin bahisler açar. Rüştiye bilgisinden başka insan bilgisi adına bir şey görmemiş olan zavallı Sadri ağzını açar, bir sürü fen sözlerinin karışıklığı içinde her bir kelimesi güm güm kafasına vurulur gibi edilen o bahislerin bir sözünü bile anlamadan kendinden geçmiş bir şaşkınlıkla dinlerdi. Arada sırada, “Keramet buyurdunuz efendim… Hiç işitmemiştim, aman ne tuhaf şey efendim…” gibi cevaplardan başka bir karşılıkta bulunamaz.

      Sadri’nin bu cahilliği de fakirliği gibi, Dehrî Efendi’nin hoşuna gider. “Varsın biraz cahil olsun, mekteplerde birtakım yanlış şeyler öğreneceğine gelsin, her şeyin doğrusunu benden öğrensin.” der.

      Efendinin önüne çıkmaya, konuşma şerefine başladığı ilk zamanlarda Sadri ile aralarındaki sevgi bağı şöyle başlamıştı:

      “Efendi oğlum, ne tahsil ettiniz bakalım?”

      “İşte, hâlimiz yettiği kadar… Şundan bundan tahsil ettik.”

      “ ‘Şundan bundan’ ne demek?”

      Sadri sıkılarak: “Sarf gibi, nahiv17 gibi… Tarih, coğrafya, hesap… Mesela Risale-i Ahlak gibi…”

      “Sarf ve nahiv dediğin şeyler… Arabi mi? Türki mi? Farisî mi? Fransevi mi?”

      “Üçü dördü karışık efem… Bunlardan yalnız Türkçenin nahvini iyi göremedim, bir görene de rastlamadım.”

      “Bunlar çocuk dersleri canım… Çeşitli ilim ve fenlerden neler gördün? Bunlardan da hangisine merak sardın? Hiçbirinden ihtisasın yok mu?”

      Sadri derin derin düşünmeye vararak:

      “Yalnız birisine ihtisas ettim. Fakat o da ehemmiyetsiz…”

      “Hangisine?”

      “İlm-i nebata18 efendim.”

      “Ehemmiyetsiz mi ya! Botanik pek mühim bir ilimdir. Nesc-i kureybi, nesc-i kureybi-i lifi, nesc-i kureybi-i viaiye dair olan yeni nazariyat hakkındaki mütalaatın derin mi?”

      Sadri, şaşırarak:

      “Kurabiye mi buyurdunuz efendim?”

      Dehrî Efendi öfke ile: “Kurabiye değil! ‘Tissu ulriculaire’in (tulum-su doku) Türkçesini… Türkçesi mi ya, Arapçasını söylemek istedim.”

      “Şu buyurduğunuz isimlerde şimdiye kadar hiç nebat ismi işitmedim efendim.”

      “Bu söylediklerim nebat ismi değildir. Ben nebatın ilk hâllerinden, nasıl meydana geldiğinden, şimdiye kadar tetkik edilebilen doku nevilerinden bahsetmek istiyorum. Bunları bilemedim. Pekâlâ ‘fasile-i futriye’, yani mantar kısmında nasılsın?”

      Ooo! Sadri mantar kısmında birinciydi. Hele lakırtı mantarında… Efendinin bu nüktesinin farkına vardığı için zavallı çocuk utancından kulaklarına kadar kıpkırmızı kesilmekle beraber uzunca bir gülümsemeden de kendini alamadı. Efendi de hafifçe bir gülümseme göstererek:

      “Gülme oğlum… Böyle her şeye gülüvermekle geçmemeli. Biraz da onların ne olduğunu anlamaya uğraşmalı. Mantarlar, nebatın ‘zatililkah-i hafiyetülmüvellid-i tarnfeyn’(!)19 sınıfındandır. Ensiceleri20 yalnız hücreviyeden meydana gelmiştir. Bazıları tok hücreden dokunmuştur, birtakımları da çok hücrelerin karışık bir surette dokunmasından müteşekkil olur. Tabiat ekonomisinde mantarların gösterdikleri tesirler pek büyüktür. Mantarlar sona eren her şeyin kalmış olan parçalarını yok ederler. Organlaşmış hâlde bulunanları madenleştirirler, organik maddeleri de azot, amonyak hâlinde mahvederler. Küçük mantarlar da büyük mantarları âdeta yerler.”

      Son derece şaşırarak: “Mantarlarda bu gibi tuhaf hâller olduğunu hiç bilmiyordum efendim… Hele bir mantar başka bir mantarı yerken hiç görmedim.”

      “Ben sana fen dairesinde söz söylüyorum. Mantar, mantarı ağzıyla ısırıp dişleriyle çiğneyerek yemez.”

      Çok mahcup olarak:

      “Malum efendim… Malum… Onlar da birbirini fen dairesinde

Скачать книгу


<p>17</p>

Dil bilgisi.

<p>18</p>

Botanik.

<p>19</p>

Çiçeksiz bitkiler.

<p>20</p>

Dokuları.