Gönülden Gönüle. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Gönülden Gönüle - M. Turhan Tan страница 5

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Gönülden Gönüle - M. Turhan Tan

Скачать книгу

ettiği tesiri ruhiyi gördü. Akça Koca’nın omzuna elini koyarak:

      “Koca.” dedi. “Geniş ol! Türk kanı ne sulanır ne bulanır. Onun kaynağı, yedi kat göğün de üstündedir. Hele biz yürüyelim.”

      Beş Türk, Bakacak’tan ayrılırken, yükseklerden yere bakan kartallar gibi ufkun enginliğine göz gezdirdiler. Manzara cidden muhipti. Cenupta Kütahya, şarkta Söğüt dağları, garpta Gelibolu’ya kadar Boğaz ve İstanbul görünüyordu. Onlar ne şarka ne cenuba göz kaydırmayarak geniş bir tülbent gibi uzanan İstanbul Boğazı’na ve bir altın külçe gibi pırıldayan büyük şehre bakıyorlardı.

      Uludağ’ın bu noktasından, bir adımda geçilecek gibi dar ve üzerinde uzanılıp yatılabilecekmiş gibi durgun görünen Boğaz iki abdalla üç alpın gözlerinde kuvvetli parıltılar yaratıyordu. Şuradan, şu yüksek noktadan uçmak, o sakin denizi bir hamlede geçmek, beyaz sarıklarına kendi kanlarından bir hilal işleyerek o nadide bayrağı, yıkılmaz bir zafer nişanı hâlinde büyük şehrin ortasına dikmek için içlerinde yakıcı bir arzu duyuyorlardı.

      Alplar da Abdallar da bu arzunun heyecanı altında yürüyerek yükseldiler. Kırkpınar mevkisine geldiler. Yer yer kaynaklar, dağın bu en dilfirip noktasında birer elmas benek gibi yayılıyor, kıvrak ve berrak dereler, hâkî kehkeşanlar hâlinde ve seyyal bir iltima3 içinde akıp gidiyorlardı.

      Duğlu, keskin gözleriyle ta uzaktan tanıdı:

      “İşte!” dedi. “Ahi Musa, belli ki balıklara testere zikri öğretiyor.”4

      Hakikaten de Abdal Musa, bir dere kenarında yüzükoyun uzanarak balıklarla meşgul bulunuyordu. İki çömez, mihrap önündelermiş gibi abdalın arkasında diz üstü oturarak derin bir murakabe geçiriyorlardı. Üçü de o derece mütefekkir ve kendi meşgale veya düşüncelerine o mertebe murtabıt bulunuyorlardı ki beş Türk’ün yanlarına yaklaştıklarından haberdar olmamışlardı.

      Abdal Murat, sekiz-on adım uzaktan kuvvetli kuvvetli öksürdü:

      “Öhö, öhö!”

      Abdal Musa ve çömezlerde hareket görülmedi, güya uyuyorlardı. Bu sefer Duğlu seslendi:

      “Merhaba erenler, merhaba su palazları!”

      Abdal Musa, yattığı yerden başını çevirdi ve gülümsedi:

      “Oo… Hoş geldiniz, safa getirdiniz. Ehlen ve sehlen!”

      Çömezler hemen kalktılar, ellerini çıplak göğüslerine koydular, derin bir tavrı ihtiram aldılar. Akça Koca’yla iki arkadaşı, Murat’la, Duğlu’ya yaptıkları gibi Abdal Murat’ın da önüne diz çöküp elini öptüler. Diğer iki abdal, kendilerinden mertebeten ali gördükleri Baba Musa’ya aynı suretle arzı hürmet ediyorlardı.

      Kırkpınar sularında nihayetsiz bir mülahaza mevzusu bulan; kaynakların mütevali ter taneleri gibi toprağın pinhan mesamatından zerre zerre çıkışında hilkatin binbir sırrını sezen, alabalıkların sersem bir ok gibi ileri geri oynayışlarında, aşağı yukarı çıkıp inişlerinde kudreti fatıranın rengin inceliklerini gören bu filozof mizaçlı dede, alplarla Abdalların el ele verip yanına gelmelerindeki sebebi anlamak ister gibi bir müddet düşündü, iptida alpların yüzüne baktı:

      “Burada savaş yok. Alplarla Abdallar neden birleşiyor?”

      Akça Koca cevap verdi:

      “Bizim bir kaygımız var. Sizinle hâlleşip kendimize yol çizmek isteriz. İzninle Geyikli’yi de bulalım, önünüzde yüreğimizi açalım.”

      “Ha, anladım. Sofranın ayağı aksamasın diyorsunuz, Geyikli’yi de istiyorsunuz. O, Karlık’ta!”

      Akça Koca, Murat’la Duğlu’ya baktı. Onlar, bulundukları yerden kendilerine iltihak etmekte tereddüt etmemişlerdi.

      Biri o günkü gazasının mahsulü olan yılanları atarak, öbürü hayvancıklarına ruhsat vererek dağın şu yüksek yerine kadar gelmişlerdi.

      Abdal Musa, fartı vekar ile müştehirdi. Ne emir ne şehriyar tanırdı. Feleğe boyun eğmez, hiçbir devletliye ehemmiyet vermezdi. Yalnız alplarla -harp oldukça- selamlaşır, Abdallarla da tesadüf ettikçe bir nebze konuşurdu. Gazaya gitmediği zamanlar Kırkpınar balıklarından dersi hikmet alırdı.

      Böyle bir adamı; şu kapısız, bacasız, altı çemen, üstü gök olan hücrei itikâfından kaldırmak hayli müşküldü. Birlikte Geyikli’nin yanına gitmek mi yoksa Geyikli’yi ona davet ettirmek mi münasipti?

      Akça Koca, bu husustaki tereddüdünü bir bakışla Abdal Murat’a anlattı, o da bir göz işaretiyle sükût tavsiye ettikten sonra tahta kılıcına dayanarak:

      “Ya Musa!” dedi. “Bize ‘buyur’ etmedin. Yoksa gelişimiz hoşuna mı gitmedi?”

      Abdal Musa, sitemkâr bir lisanla:

      “Haşa.” dedi. “Başım üstünde yeriniz var. Lakin buyur diyecek yerimiz yok. Bastığın yeşil kilime oturmak için benden izin mi bekliyorsunuz?”

      Abdal Musa bu sözü söylerken ratıp çemenleri işaret ediyor ve henüz ayakta duran beş misafiri, oturmakta teahhur gösterdiklerinden dolayı tahtie etmiş oluyordu. Misafirler, bu ihtar üzerine onun etrafına çevrelendiler ve Abdal Murat bahsi tazeledi:

      “Şu yiğitler, bizimle görüşmek istiyorlar. Geyikli bulunmazsa meclis tamam olmaz. Onu bulmak için Karlık’a yücelsek nice olur?”

      Abdal Musa biraz düşündü:

      “Ahu.” dedi. “Alçak gönüllüdür. Üç alpla üç abdalı ayağına götürmez, kendi lütfedip gelir.”

      Ve cevap beklemeden çömezlerden birine emir verdi:

      “Şurada kor vardı, biraz getirin.”

      Ekmek tabhı için yakılan kömürden üç kızıl parça, iki dakika sonra abdalın önüne getirildi. Koca Musa, hırkasının bir tarafından bir avuç pamuk çıkardı, bir taş parçası üstünde getirilmiş olan ateş parçalarını pamuğun içinde koyarak çömezin diline tutuşturdu:

      “Bunu Karlık’a iletin, Ahu Baba’ya verin. Cevap verirse getirin, kendi gelirse ardında yürüyün.”5

      Duğlu ile Murat mütebessim, Akça Koca ve arkadaşları mütehayyirdi. O kıpkızıl ateşin pamuğu yakmaması muharipleri hayret içinde bırakmıştı, Abdal Murat’ın tahta kılıçla gösteregeldiği marifetler, şu keramet yanında pek kuru kalıyordu; suyun ateşi söndürmemesi, ateşin de pamuğu yakmaması âdeten muhal olduğuna göre Abdal Musa pek parlak bir hüner göstermiş oluyordu.

      Alplar, bu akıl alıcı manzarı irfan önünde küçüldüklerini hissediyorlardı. Onlar; ne dağların heybetli irtifasından ne suların öldürücü dalgalarından ne kalelerden akıtılan kızgın ateşlerden ne zehirli oklardan ne keskin kılıçlardan korkarlardı. Lakin suyun boğacağını, zehrin öldüreceğini, okun deleceğini,

Скачать книгу


<p>3</p>

Parıldama.

<p>4</p>

Testere zikri, zikri erre, zikri minşarî- denilen tarzı tehlil. Yesevi tarikatına has olan bir şekildir. Ahmet Yesevi bu tarikatın piri ve ilk Türk mutasavvıfıdır. Bizim abdallar hep o tarikat mensuplarıydı.

<p>5</p>

Müverrih Hammer de bu hadiseyi Abdal Murat gibi tefsir ediyor ve aynen şu satırları yazıyor: “Abdal Musa pamukla ateş toplatmıştır. Bu hâl onun kuvvet ve hilimden ibaret iki hassai hakîmesine bir telmihi serairengizidir.” (Türkçe tercümesi, C. I., s. 161)

Hammer’in tevilinde ve tefsirinde isabet olmadığı biraz sonra anlaşılacaktır.