Mutfak Çıkmazı. Yücel Tahsin

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Mutfak Çıkmazı - Yücel Tahsin страница 6

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Mutfak Çıkmazı - Yücel Tahsin

Скачать книгу

gelecek diye korkmuyordu, kulak asmazdı öyle şeylere. Ama onu tanık gösterebilirlerdi. Tanığın adı gazetelere geçebilirdi. “Divitoğlu kasap dükkânında ne yapıyormuş, derler. Memlekete rezil olurum,” dedi kendi kendine. Kapıya doğru yürüdü. Ama kasap tartışmayı hemen kesti.

      “Beyefendi, beyefendi!” diye seslendi ardından. “Buyur, beyefendi, ne istiyorsun?”

      “Yarım kilo et,” dedi Divitoğlu.

      “Nasıl olsun?”

      “Parça et. Yağlı olmasın. Koyun varsa, koyun… Evden böyle söylediler…”

      “Ben beyden önceydim,” dedi kadının biri.

      Ama kasap aldırmadı. Eti hazırlayıp verdi. Parayı sayarken elleri titredi Divitoğlu’nun, yüzü sapsarı kesildi.

      “Hastasın galiba,” dedi kasap, candan bir dost gibi yüzüne dikti gözlerini. “Neyin var, beyim?..”

      Soğuk bir titreme dolaştı Divitoğlu’nun içinde. Ama hiçbir şeyi yoktu. Utanıyordu, hepsi bu! Hiç sevmezdi alışveriş etmeyi. Dedeleri, yoksul düşüp de uşaksız kaldıktan sonra, kapı önlerinde pineklemişler, çocuklarla, ineklerle, buzağılarla, tavuklarla eğlenmişler, sabah akşam horoz dövüştürmüşler, ama yıllarca çarşıya inmemişlerdi. Çarşıya inmeyi, esnaflarla konuşmayı, ellerinde öteberi taşımayı küçüklük saymışlardı. İlyas onların torunuydu. Bu nedenle yüzü sapsarıydı, alışveriş etmiyor da bir şey çalıyordu sanki.

      “Yok, yok,” diye kekeledi. “Hasta değilim.”

      Sıvışırcasına çıktı kapıdan. Çıkınca rahatlayacağını sanıyordu, ama olmadı. Sanki tüm gözler üzerindeydi, sanki herkes biliyordu bu eti kendi eliyle pişireceğini. Sanki herkes için için alay ediyordu! Gene kaçmak, bir yerlere gizlenmek geldi içinden. Ama çabuk topladı kendini. Bakkala gitti. Gene öyle çekine çekine, gene öyle bir şey çalar gibi, bir kilo patates, yarım kilo soğan, bir paket tuz istedi. Alıp çıktı. Ama çok utanıyordu, çok heyecanlıydı. “Ekmeği sonra alırım,” dedi. Gözleri yerdeydi, başını kaldırmaktan korkuyordu, mutfağına girinceye kadar da kaldırmadı.

      Mutfakta bir ılık rahatlık duydu. Bir ıslık tutturdu. Eti ıslık çala çala yıkadı. Tencereye koydu. Üstüne soğan doğradı. Ocağı yaktı. Sonra birkaç patates soydu. Odasına gitti. Karanfiller hâlâ yerli yerindeydi, rakı şişelerinin üstünde boyun büküyorlardı. Hışımla topladı hepsini de, götürüp çöpe attı. Emel gözlerinin önüne geldi. Öfkeyle odaya döndü. Emel gözlerini bırakmadı. Divitoğlu hemen silinsin istedi. Uzanıp bir kitap aldı: Roma Hukuku. Dudak büktü, eski yerine koydu. Kalktı, gene mutfağa gitti. Tencerede et parçaları çırpınmaya başlamıştı. Divitoğlu patatesleri de boşalttı üzerlerine. Sonra gidip gidip geldi. İkide bir tencerenin kapağını kaldırıp baktı. Kapak sanki bir hokkabaz şapkasıydı: görülmedik, bilinmedik nesneler saklıydı sanki altında, Divitoğlu öylesine merakla bakıyordu tencereye. Baktıkça tuhaf bir huzur duyuyordu. Bu huzuru Emel bile karartamıyordu. Emel hep aklında, hep içindeydi. Ama eski Emel değildi artık. Bir kadın bile değildi, çok değişmişti, çoktandır çekilen, hiç kesilmeyen, alışılmış bir sızı gibiydi. Tencerenin kapağı kaldırıldıkça, mutfağa sıcak buğular dağıldıkça, alışılmış sızı bile siliniyordu.

      Tencerede etler, sular, patatesler çırpınmaktaydı. Tuz koymayı unuttuğunu ayrımsadı, onu da koydu. Sonra her beş dakikada bir baktı tencereye. Gittikçe sabırsızlanıyordu. Odasında, sobasının başında, rahat rahat oturamıyordu. Bir yandan açlık bozuyordu keyfini, bir yandan merak. En sonunda dayanamadı. Bir tabağa birkaç parça patatesle bir parça et koydu. Alıp odasına getirdi. İlkin suyundan başladı. Yemeğin suyuna diyecek yoktu, tadı, tuzu yerindeydi. Sonra sıra etle patatese geldi, iş değişti. Patates çiğnenebiliyordu, ama et tüm sertliğiyle karşı koyuyordu dişlerine. Yiyemedi, atmaya da gönlü elvermedi. Götürüp tencereye boşalttı. Sonra, bayram sabahını bekleyen çocuklar gibi, sabırsızlıkla bekledi. Her dakika bir yıl gibi geçti, erimek bilmedi. Divitoğlu, “Bu arada ekmeği alayım bari,” diye söylendi. Gene indi o sayısız basamakları, gene çıktı. Yemeği bir daha yokladı: et hâlâ sertti. Dost bakışlı kasap yaşlı bir koyunun etini vermiş olmalıydı. Divitoğlu çok acıkmıştı, bir parça ekmek koparıp yedi. Bir parça daha kopardı. Sonra bu iş uzadıkça uzadı: önce eti yokluyor, sonra gene öyle kayış gibi olduğunu anlayınca eli ekmeğe gidiyordu. Dayanılmaz bir istek uyandırıyordu içinde bu yemek, kanlı canlı bir şehvet uyandırıyordu. İsteğini kuru ekmekle yatıştırmaya çalışıyordu. Kadın bedenlerini resimlerden tanıyan delikanlılara benziyordu: onlar gibi kuru ekmeğe sarılıyordu…

      Yemek en sonunda hazır olduğu zaman, Divitoğlu midesini ekmekle doldurmuştu. Gene de iştahla yedi. Yedikçe sıkıntısı dağıldı yavaş yavaş, yedikçe bir tuhaf oldu. Yemek yer gibi değildi, önemli, nerdeyse soylu bir iş yapıyordu sanki. İyice doymuştu, ama tabak boşalınca gene doldurdu. Alabildiğine güzeldi yemek, şaşılacak derecede güzeldi, yemeğe diyecek yoktu! Engin, yumuşak, serin, uzak bir haz titreşimiydi. Düş gibi, çocukluk gibi, memleket gibi, ev gibi bir titreşimdi. Önce ağzına yayılıyordu, sonra tüm varlığına. Sonra, incecikten gaz kokan ılık havada, çevresinde esiyordu. Bir lokma daha alıyordu Divitoğlu. Yemek hemen eriyiveriyordu ağzında, gene yavaş yavaş dağılıyordu. Gene de kolayca inmiyordu gırtlağından: midesinde yer yoktu ki! Divitoğlu her lokmada kalkıp dolaşıyordu. Pencereden dışarıya bakıyordu. Dudak büküyordu. Evlerle, sokaklarla, insanlarla alay eder gibiydi. Keyfi yerindeydi. Böylece bir kez daha boşalttı tabağını. Boş tabağın karşısında bir sigara yaktı. Dumanları doya doya içine çekti. “Allahım! Allahım!” diye mırıldandı. “Allahım, ne kadar sevinçliyim!” Deli gibi bir kahkaha kopardı. Sonra birden irkiliverdi. “Neden?” dedi kendi kendine. “Neden?..” Sevincine bir neden aradı, bulamadı. Tam tersine, tatsız tuzsuz şeyler geldi aklına: Emel geldi, yoksulluğu, yalnızlığı geldi. Suratı asıldı. Sigarayı ezercesine söndürdü. Sonra birden bir hıçkırık yükseldi göğsünden gırtlağına, eli göğsüne gitti. Birden sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Yıllardır ağlamamıştı, kupkuru yollardan geliyordu gözyaşları. Bu nedenle pek zor çıkıyor, acı veriyorlardı, içinden bir şeyler koparır gibi, zorlaya zorlaya, sızlata sızlata, iliklerinin içinden, damarlarından geliyorlardı. Divitoğlu karşı koymak istiyordu, gözyaşları dinsin istiyordu. Ama bir şey gelmiyordu elinden. Umutsuzca yatağına attı kendini. Belki yarım saat, belki bir saat ağladı böyle. Gözyaşlarından başka hiçbir şey duymadı, hiçbir şey düşünemedi. Yatağın üstünde büzülüp kaldı.

      Neden sonra kapı çalındı.

      Kapıyı açtığı zaman, gözyaşları daha kurumamıştı, gözleri kıpkırmızıydı. Yumruğunu bastıra bastıra, gözlerinin çevresini kir içinde bırakmıştı. Kan çanağı olmuş gözleriyle, donmuş gibi, büyülenmiş gibi bakıyordu. Aklı almıyordu, inanamıyordu: karşısındaki Emel’di, üstelik, hiçbir şey değişmemiş gibi gülümsüyordu.

      “Çekil de içeriye gireyim!” dedi. En güzel giysisini giymişti, en tatlı gülümsemesiyle gülümsüyordu, gözlerinde akıl ermez bir kararlılık vardı: tümden yıkmak istiyordu sanki Divitoğlu’yu, sanki korkunç ölümünü çabuklaştırmak istiyordu. “Divitoğlu, çok vefasız çıktın,” dedi, şeytan şeytan güldü. “Bu muydu senin dostluğun, Divitoğlu? Bir telefon bile etmedin. Bak, şimdi de somurtuyorsun, oldu mu! Anlıyorum, gelişime sevinmedin. Çekil de gireyim.”

      Divitoğlu

Скачать книгу