EYLÜL. Mehmet Rauf

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу EYLÜL - Mehmet Rauf страница 4

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
EYLÜL - Mehmet Rauf

Скачать книгу

dedi.

      Süreyya gülerek reddediyor, burada insanın boğulduğundan, yaşamanın imkânı olmadığından söz ediyordu. O zaman Necib kabul etti, “Evet evet, öyle bir yer olmalı ki insan kalabalıkta yaşamalı; fakat içine girmeden…”

      Onlar konuşurken Suad düşünüyordu ki: Kocası gibi kalabalığı sevmeyen bir adam değil, kalabalık içinde büyümüş Necib Bey bile kendine bir eş bulursa burada, kocasının cehennem dediği bu köşede yaşamaya razıydı ve Süreyya’yı böyle neşeli ve yalnız beraber olmaktan başka her türlü endişeden kurtulmuş tutamamak ona büyük bir felâket gibi geliyordu. Düşüncelerinin ta derinlerinde bir ateş, küçük bir korku, bu felâketin gerçekten büyümesi fikrinden doğan bir acı, kendini gittikçe hissettirmeye başlıyordu. “Ne yapmalı ya Rabbim?” diyordu ve Necib, söz söylerken hep kendilerinden mutlu ve uygun bir eş gibi söz ettikçe ona memnun ve minnettar bir nazarla bakarak teşekkür etmek istiyordu. Mutluluğun rengini hâlâ koruyan bu ortak hayatlarının derinliklerinde kendisi hissedilmez, görülmez bezginlikler hissettiğinden, o söyledikçe gerçekten onun zannettiği kadar mutlu olduklarına inanmak istiyordu. Hiç, hiçbir kederleri, ayrılıkları, hiçbir şeyleri yoktu. Fakat işte bu kadar samimi, bu kadar bağlı bir hayata alıştığı için en hissedilmez şeyler ona bir tehdit gibi geliyordu.

      Necib’in birden, “Bütün kabahat daima aynı hayatın sürdürülmesinde,” sözü kulaklarını yırttı. Evet, değişmek gerekli değil miydi? Eğer, bugün sadece vücuduyla kocasını her istekten uzak tutamıyorsa ve bunun sebebi hayatlarının daima tek renk olması ise… Bundan sonra o korktuğu geleceğe hükmedebilmek için hayatını değiştirmeli değil miydi? Şimdiye kadar hayatlarını hiçbir hesapla düzenlememiş, hep olayların doğal akışına bırakmıştı; fakat bundan sonra idare etmek, düzenlemek gerektiğini anlıyordu, hatta mutluluklarının bir halde devamı onları usandırmasa bile can sıkıntısına götüren bir his içinde tutmaktaydı. Bu, ona yeterli bir ders oluyordu. Evet, artık biraz yapmacık olmalıydı. Ve bunu derin bir acıyla hissediyordu.

      O her türlü endişeden arınmış geçmişi, hiçbir şeye bağlı olmadan bile beklenilenden fazla bir neşeyle daima tebessümlerle gelen; hep güzelliklerle, hep sevinçlerle gelen o sade hayat şimdi ona, ele geçmesi imkânsız acı bir iyilik, bir hüsranın matemi gibi görünüyordu.

      Ah, çocukları sağ olsaydı… Ve bunu düşünür düşünmez her zaman olduğu gibi ta ciğerinden bir şey sızlayarak gözlerini yaşlarla doldurdu. Ah çocuk! Bunu anlıyordu, bir çocuğun bir ailede nasıl bir bağ olduğunu, telâfisi imkânsız sanılan neşelere benzeyecek bir başkalık, bir yenilikle kalpleri nasıl hoşnut ve mutlu ettiğini düşünüyor, düşündükçe çocuğunun ölümüne şimdi bunun için de ayrı bir yas tutuyordu. Ah sağ olsaydı! Onların hayatını nasıl daima sıcak, daima genç tutacaktı… Bu ölüm, kendilerinde o kadar derin bir yara açmıştı ki tekrar doğurmak için büyük bir korku duyuyor, karşı konulmaz bir çekingenlik hissediyordu. E, o halde? Bırakacak mıydı? Mutluluklarının böyle hiç görülmeyen, hissedilmeyen; fakat etkileyen, tahrip eden ve bir gün büyük bir yara halinde meydana çıkacak olan bu kurdunu bırakacak mıydı?

      Kocasını gittikçe bu can sıkıntısına yenik, gittikçe bu can sıkıntısının pençesinde o daha güzel geçen zamanlara hasret çeker görüyor; bu hasret çekiş büyüdükçe kendine ait duygulanmaların azala azala belki bir gün asıl engel kendisi sayılarak tamamen ihmal edileceğini farz ediyordu ve kendi etkisinin kaybolmasından çok, kocasının başka bir etkiye, daha kuvvetli bir etkiye yenilme ihtimali; bu olasılık onu yakıyordu. Tekrar sormaya başladı:

      “E, o halde?”

      Evet, uğraşmak gerekiyordu. Fakat nasıl? Öncelikle onun istediğini yapmalıydı. Kocasına karşı kalbinde yer tutmuş sevgi birden o kadar coştu ki: “Peki, sen de git, Necib Bey’le beraber sen de eğlen,” diyeceği geldi; fakat sonra kadınlığı ona bir takım manzaralar gösterdi. Daima, ortak zevkleri olduğu halde şimdi onu, kendisinin ilgisiz ve mahrum kaldığı zevklerin içinde gördü; sıradan bir kıskanç, hep kendisi için isteyen bir kadın olmadığı halde buna dayanamadı. Onu hiçbir eğlenceden mahrum etmek istemez; fakat eğlencelerine katılma isteğine de engel olamazdı; fikrinde, birden bir ışık titredi. Bu, kendine o kadar beklenmedik bir istek verdi ki oturamayarak kalktı, gezinmeye başladı.

      Süreyya ile Necib sözlerine hâlâ devam ediyorlardı. Şimdi, Necib ona bir olay anlatıyor; Süreyya da dayanmış, dalgın dalgın onu dinliyordu. Ve genç kadın, kocasını mutlu ve sevinçli görmek için o kadar samimi bir arzu hissediyor, onu mutlu etmek; onu, hiçbir kadının mutlu edemeyeceği kadar mutlu etmek için o kadar sonsuz bir kalp kuvveti duyuyordu ki artık her türlü engele karşı gelmenin kendisi için bir sıkıntı değil, bir zevk olacağını düşünüyordu.

      Yavaşça çıktı, kocası görmeden babasına mektup yazmak için hemen odasına kapandı. Mektubunu, kocası şimdi gelip görecek diye bin heyecan içinde yazıp bitirdikten sonra hemen zarflayıp dadısının odasına gitti. Küçükten beri elinde büyüdüğü bu ellilik kadın, kocası öldükten sonra Suad’ın rızasıyla buraya, yanına gelmişti. Birçok ricalarla onu, yarın erkenden İstanbul’a kadar gitmeye razı ettikten sonra yukarıya çıkıp Süreyya’yı hâlâ Necib Bey’le salonda bulunca şimdiden başarılı olmuş gibi memnun, yanlarına oturdu.

      Sabahleyin uyanır uyanmaz Suad’ın ilk işi hizmetçiye, “Dadım gitti mi?” diye sormak oldu. Kız, ihtiyar kadının erkenden indiğini haber verince memnun, kalkıp camları açtırdı. Bol güneş ışığı, gecenin rutubetini silik, bitkin buharlar halinde oraya buraya dolamış; rüzgârsız havada bunlar, asılmış kalmıştı. Ta uzakta, üzerinde tek tük köşklerle ağaçların kaynaştığı bir ovanın ötesinde, ufka kadar deniz görünüyordu.

      Süreyya’ya: “Acaba Necib Bey gitti mi?” diye sordu. Süreyya, bir koltuğa uzanmış düşünüyordu; bunun üzerine kalktı, “Gerçekten… Ama daha gitmemiştir, gidecek olsaydı gece veda ederdi. Dur bir bakayım,” dedi ve camlı kapıyı açarak köşkün üç tarafını çevreleyen balkonda yürüyüp öbür cephedeki pencerenin önünde durdu.

      Necib, pencerenin yanındaki koltukta dalgın oturuyordu.

      “Ben seni uyuyor zannettimdi.”

      “Oo, saat bir, bu zamana kadar uyumak için insan miskin olmalı. Hele ben, buranın asıl sabahını severim. Şehrin harıltısı içinde yaşadıkça insana biraz sakinlik, biraz kır, bir iki kuş sesi pek hoş geliyor.”

      “Evet, burada geçici oturduğunu bildiğin için sana öyle gelir…”

      Necib, ileride, kütüklerin arasında geceliğiyle dolaşarak yanındaki bağcıyla bir şeyler konuşan Beyefendi’yi göstererek, “O, sizin gibi hiç düşünmüyor,” dedi.

      Süreyya, omuzlarını öfkeyle kaldırdı, “O da eğer bu sene bir salkım üzüm alabilirse…”

      Güneş, tatlı bir okşayışla sıcaklığını hissettirmeye başlamış, pencerelerden giren ışık, içerinin yarı gölgesinde güleç parıltılarla resimleşiyordu. Sessizlik içinde, yüksek sesle bahçede konuşan Beyefendi’nin sözlerini işitiyorlardı.

      Süreyya: “Annem geliyor,” dedi.

      Balkonun öbür tarafından annesi geliyordu. Gülerek, bahçedeki kocasını gösterdi. Süreyya, başını sallayarak, “Gördük,” dedi.

      Hanımefendi,

Скачать книгу