FELATÜN BEY VE RAKIM EFENDİ. AHMED MİDHAT EFENDİ

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу FELATÜN BEY VE RAKIM EFENDİ - AHMED MİDHAT EFENDİ страница 6

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
FELATÜN BEY VE RAKIM EFENDİ - AHMED MİDHAT EFENDİ

Скачать книгу

style="font-size:15px;">      Can ile Margrit hani ya şu, “Elmanın yarısı o, yarısı da bu,” demezler mi? İşte bu sözün somut örneğiydiler. İkisinde de fidan gibi boy, ince endam; fakat kıpkırmızı çehre, masmavi gözler, beyaza yakın açık lepiska saçlar! İngiliz kızları vesselâm! Gerçekten de tarifimizden bunların yüzlerine bakılmakla kalbe pek de rahatlık gelmeyeceği zannedilir; lâkin bu zanda acele edilmemelidir. Her güzelin kendisine has bir güzelliği olup, her güzel de o kendisine has olan güzelliği, rağbet edenlere beğendirip sevdirebileceği de tecrübeli kişiler tarafından onaylanmıştır.

      Sözün kısası Râkım, bir tabaka âlâ İngiliz kâğıdı üzerine kalın kalemle “elif, be, te, se, cim, çe, ha, hı, dal, zel, rı, zı, je…” alfabeyi çizip isimlerini de öğretti ve bir hafta içinde bunların şekillerini zihinlerinde oluşturmalarını tembih ederek kalktı, geldi.

      Vay yazar efendi! Yalnız bu kadar mı oldu? Aralarında söz filân… Hiç olmazsa babalarıyla analarıyla dereden tepeden…

      Hayır! O gün iş yalnız bundan ibaret kaldı. Evinde dadısıyla Canan’ı merak ettiğinden hemen Kumbaracı Yokuşu’ndan Tophane’ye inip – parasının yettiği kadar – bir sürücü beygirine binerek Salıpazarı’nda evine geldi.

      Vay! Artık yaya yürümemeye de mi başladı? Estağfurullah! Kendisine her ders için bir İngiliz lirası ayak teri, hayvan kirası adıyla veriyorlardı. Mademki cömert olan Allah, bu varlığı da Râkım Efendi’ye şu isimle verdi. Artık, Râkım Efendi’nin bu nimete şükrederek ders günleri Beyoğlu’na hayvanla gidip gelmesi gerekiyordu, hatta sabahleyin de niçin bir hayvana binmemiş olduğuna da yazıklandı. İşte bizim Râkım’ın Allah’la pazarlığı böyle bambaşkaydı.

      Her zaman evine geldikçe kendisini dadısı karşılardı. O akşam kendisini Canan karşıladı. Kızın hali günden güne değişip dadı kalfanın kadınlığı sayesinde üstü başı düzeldi, hatta çehresine de renk gelmiş olduğunu gördüyse de dadı kalfanın alışkanlığını değiştirmiş olduğuna bir mana veremeyerek sormaya mecbur oldu.

      Râkım: “Dadı! Ben her akşam geldikçe en önce senin yüzünü görmeye alışmıştım. Bu akşam bu âdeti değişmiş gördüm.”

      Fedâyi: “Evlâdım, beyim! Allah bize bir güzel beyaz cariye vermiş olduğu hâlde artık akşam gelir gelmez benim siyah yüzümü görmekte ne mana kalır? Ben tembih ettim.”

      Râkım, koşup dadısının kucağına atılarak ve boynuna sarılıp şapır şapır öperek: “Yok dadıcığım yok! Senin yüzün bana valide çehresi kadar tatlıdır. Cennetten huri çıksa da gelse bana senden güzel olamaz. Ben her akşam senin mübarek yüzünü görmeliyim. Sonra vallahi Canan’ı buradan def etmeye beni mecbur edersin. Hem ona bu tembihleri verme. Çocuktur. İhtimal ki bazı ümitlere düşer. Bendeyse o gibi ümitlerin eseri bile yoktur.”

      Fedayi: “A beyim! Canım! Niçin böyle?”

      Râkım: “Sana dedim ya işte! Sen beni evlâdın gibi seviyorsan benim isteğime göre hareket edeceksin.”

      Koca Râkım, dadısına bu hutbeyi okuduktan sonra: “Hazır İngiliz kızlarını bugün başlattık ya! Dur bakalım şu Çerkez’i de başlatalım. Bu mu onları geçer, yoksa onlar mı bunu?” diye Canan’ı yanına çağırıp ona da alfabeyi yazdı.

      Vay, kızcağızdaki sevinç, evet! Çerkez kısmı okumaya pek hırslı olduğundan bir Çerkez’i okutmak kadar (başka) sevgi gösterisi olamaz.

      Şu kadar var ki Canan’ın İngiliz kızlarını geçeceği daha ilk haftasında anlaşıldı; çünkü Râkım, her gece Canan’ın yanında bulunuyor, kız ise lâyıkıyla öğrenmiş olduğu dersin tekrarını istediğinden zorunlu tekrara mecbur oluyordu. Öte tarafta İngiliz kızlarına da devamı bir aya varmış ve bu bir ayda verdiği dört dersle kızlara yalnız, “elif, be” gibi alfabeyi değil, “e, ab, bbb” gibi çeşitli heceleri de öğretmekten ve bunların hangisi kelimelerin ortasına ve hangisi sağa ve sola geleceğini anlattıktan sonra fazladan, “elif, vav, he, ye” harflerinin Türkçe harf-i med,16 zamme,17 fetha18 ve kesre19 işaretlerinin de hareke olduklarını ve bunların görevlerini anlatmak suretiyle “baba, kuzu, küpe, tûtî20” gibi kelimeleri yazdırmaya başlamıştı; lâkin Canan, bunlarla karşılaştırılamazdı. Bir ay süre içinde Canan, dört beş heceden ibaret kelimeleri yazabildikten başka, bunları “benim, senin, onun, bizim, sizin, onların” ilgi edatlarıyla da birleştirebiliyordu. Demek oluyor ki Râkım, öğrenme şekli için kendince bir yol açmıştı. Evet! Öyleydi.

      Bir cuma günü Râkım, her zamanki gibi Misters Ziklas’ın evine gidince kime tesadüf etse beğenirsiniz? Felâtun Bey’e rastgelse beğenirsiniz a? İşte ona rastgeldi. Felâtun Bey’i kızlarla validesi ve pederi yanında bulup o gün ders günü olmakla muallim efendinin gelmesini beklediğinden Felâtun Bey de kızları, derslerinden imtihan ediyordu. Râkım Efendi’yi görünce İngilizlere de anlatabilmek için Fransızca olarak ve bir gülmenin arkasından Felâtun:

      “Ha ha hay! Sen miydin birader hanımların hocası?”

      Râkım, mahzun bir şekilde: “Evet efendim, bendenizdim beyim!”

      Mister Ziklas: “Vay! Demek oluyor ki tanışıklığınız vardır.”

      Felâtun, gururlu bir şekilde: “Evet! Kendi haklarında sevgim tamdır. O da beni sever zannediyorum.”

      Râkım: “Dünyada benim sevmediğim adam mı vardır? Ben ki herkesin yakınlığına şiddetli ihtiyaçla muhtacım. Herkesi sevmeye bu yüzden de mecburum.”

      Felâtun, Râkım’a: “Mister Ziklas ve Misters Ziklas ile tanışalı iki ay oldu. Sizin de buraya mensup olmanız bir ayı geçmiş, ama nasılsa tesadüf edilememişti.”

      Râkım: “Kısmet bugün içinmiş efendim.”

      Felâtun: “Görüşmemiz peder efendi vasıtasıyla oldu. Kendilerini benden önce tanımak şerefine erişmişler. Sonra beni de getirip Mister, Misters Ziklas ile kızlarına takdim ettiler.”

      Misters: “Evet! Bu yardımlarından dolayı peder efendi hazretlerine nasıl teşekkür edeceğimizi bilememekteyiz.”

      Felâtun, gururuna alçakgönüllülük karıştırmış bir tavırla: “O sizin nezaketinizdir efendim.”

      Aradan bazı havadan sudan sözler geçtikten sonra Râkım: “Beyimiz! Müsaade buyurur musunuz? Biraz da derse bakalım mı?”

      Felâtun, o mübarek tebessümü dudaklarının üzerinde yenileyerek: “Hay hay! Hatta ben de şimdi hanımları imtihan ediyordum.”

      Râkım: “Nasıl, bari epeyce buldunuz mu?”

      Felâtun, hâlâ o mübarek tebessümle: “Hanımların zekâlarına ve anlama yeteneklerine söz ister mi? Fakat birader, ben bu derslerin içinde bazı şeyler görüyorum da bir mana veremiyorum. Kısacası; şu elifbada,21 bu p, ç, j harfleri

Скачать книгу


<p>16</p>

Arapça’da belli şartlarda kendinden önceki harfin sesini uzatan vav , yâ ve elif harflerinden her biri

<p>17</p>

Arap alfabesinde üstüne konduğu sessiz harfi u, ü sesiyle okutan, (–Û) şeklinde gösterilen hareke, ötre

<p>18</p>

Arap alfabesinde üstüne konduğu sessiz harfi kısa “a” veya “e” sesiyle beraber okutan ve şeklinde gösterilen hareke, üstün

<p>19</p>

Arap alfabesinde altına konduğu sessiz harfi ı veya i sesiyle berâber okutan ve şeklinde gösterilen hareke, esre

<p>20</p>

(Fars): İşittiği sesleri taklit eden, bâzı kelimeleri söyleyebilen papağan türünden bir kuş, dudu, dudu kuşu

<p>21</p>

1928’de Latin harflerinin kabûlüne kadar 9 – 10 asır boyunca kullandığımız alfabeye verilen isim. Alfabe, aslında 28 harf olup daha sonra eklenen 5 harfle 33 harfi bulmuştur.