Karl Marx'ın Hayatı ve Öğretileri. Max Beer
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Karl Marx'ın Hayatı ve Öğretileri - Max Beer страница 6
Benliğim bilim diyarına nüfuz edip
Müzik ve sanatın keyfine varacak.”
Tüm sosyal etkileşimlerden feragat ederek gece gündüz çalışmış, okuduklarını özetlemiş, Yunanca ve Latinceden tercümeler yapmış, felsefi sistemler üzerinde çalışmış, kendi düşüncelerini kayda değer miktarda yazıya dökmüş, felsefi ya da hukuki taslaklar hazırlamış ve üç cilt şiir yazmıştır. 1837 yılı Marx’ın entelektüel gelişiminde önemli süreçlerden biri olmuştur; kararsızlık, huzursuzluk ve içsel çatışmalarla dolu bir dönem geçirmiş, sonunda Hegelci diyalektiklere sığınmıştır. Böylece Kant ve Fichte’nin soyut idealizmine sırt çevirmiş ve gerçekliğe doğru ilk adımlarını atmıştır; gerçekten de, Marx o dönem Hegel’in aslında gerçekliği savunduğuna inanmaktadır. 10 Kasım 1837’de kaleme aldığı, gerçekten insani bir belge niteliği taşıyan epey uzun bir mektupta, henüz çok genç olan Marx, Berlin Üniversitesi’ndeki ilk iki dönemini kapsayan o önemli süreçteki yoğun faaliyetlerini, babasıyla paylaşmıştır:
Sevgili Babam,
Yaşamımızın dönüm noktaları olan bazı dönemler vardır; sadece geçmişte kalan bir süreci tanımlarken değil, yeni yönümüzü net olarak belirlerken de büyük önem taşırlar. Böyle dönüm noktalarında, gerçek durumumuzu net bir biçimde kavrayabilmek için, geçmişin ve içinde bulunduğumuz ânın eleştirel bir değerlendirmesini yapmamız gerektiğini hissederiz. Hatta, tarihin ortaya koyduğu üzere, insanoğlu bu geriye bakıştan ve tefekkürden keyif alır, dolayısıyla genellikle gerilediği ya da eylemsiz kaldığı zannedilebilecek anlarda, aslında sadece kendini daha iyi anlayabilmek, kendi yaptıklarını kavrayabilmek ve ruhunun işleyişine müdahale edebilmek için kendini koltuğuna bırakmıştır.
Ancak birey böyle zamanlarda coşkunluğa kapılır; çünkü her dönüşüm kısmen geçmişe yönelik bir ağıt, kısmen de göz alıcı ama değişken renklerin keşmekeşinde kalıcı bir ifade yaratmak için çabalayan muhteşem, yeni bir şiirin başlangıcıdır. Bununla birlikte, yaşamın aktif gidişatı içerisinde kaybettikleri önemi geri kazanmaları için, geçmiş tecrübelerimizi yeniden hatırlamamızı sağlayacak bir anıt yaratmak isteriz: Bunu yapmanın, anılarımızı bir araya getirip ebeveynlerimizin kalplerine hitap edecek şekilde ortaya sermekten daha iyi bir yöntemi olabilir mi?
Şimdi, burada geçirdiğim seneyi değerlendirirken ve bu arada senin samimiyetle yazılmış mektubunu yanıtlarken, kendini her yönde, bilimde, sanatta ve bireyin kendi kişiliğinde ifade etmeye çabalayan spiritüel bir gücün somutlaşmış hali olarak tanımladığım hayata yönelik genel bakışımla, kendi konumumu değerlendiriyorum. Berlin’e ulaştıktan sonra tüm eski bağlarımı kopardım, nadiren ve isteksizce bazı ziyaretler gerçekleştirdim ve kendimi bilime ve sanata adamaya çabaladım. O dönemki fikirlerim doğrultusunda, şiir kesinlikle öncelikli ilgi alanım ya da en azından en kabul gören, en fazla ilgimi çeken uğraşım olmalıydı; fakat mizacımdan ve gelişme eğilimimden de anlaşılabileceği gibi, bu tamamen idealist bir görüştü. Onun yanı sıra hukuk üzerinde çalışmam gerekiyordu ve hepsinden öte, felsefeyle uğraşmaya yönelik güçlü bir dürtü hissediyordum. Ancak iki alan da birbiriyle öyle iç içeydi ki, bir taraftan uysalca ve eleştirel bir yaklaşım sergilemeden çeşitli kaynakların, hukukçu Heineccius ve Thibaut’nun eserleri üzerinde çalışır, örneğin Jüstinyen Yasaları’nın ilk iki cildini tercüme ederken, diğer taraftan hukuk alanında bir hukuk felsefesi geliştirmeye çabalıyordum. Giriş niteliği taşıyan birkaç metafiziksel ilkeyi kaleme aldıktan sonra, bu talihsiz eseri yazmaya yaklaşık 300 sayfa boyunca, kamu haklarına değininceye dek devam ettim.
Ancak bu girişimim esnasında, her şeyden öte, idealizme özgü, olan ve olması gereken arasındaki çatışma, rahatsız edici biçimde göze çarpan bir hal aldı. İlk sırada, hukukun metafiziği diye tanımladığım, tüm resmi hukuktan ve tüm gerçek hukuk uygulamalarından kopuk temel ilkeler, tanımlar ve fikirler yer alıyordu. Ardından matematiksel dogmatizmin bilimsel olmayan formu, lafı dolandırarak ve verimli bir gelişme ya da önemli bir yaratım ortaya çıkarmaksızın, karmaşık yargılarıyla en başından beri gerçeğe ulaşmamı engelledi. Bir üçgen bir matematikçi tarafından çizilip formüle edilebilir; sadece biçimsel bir kavramdır ve daha derin bir değerlendirmeye tabi tutulmasına gerek yoktur; başka nitelikler kazanmaya ihtiyaç duyduğunda başka bir şeyle daha bir araya getirilmesi gerekir. Böylelikle, aynı şeyi farklı ilişkiler içerisine sokarak, yeni ilişkiler ve yeni hakikatler ortaya çıkarabiliriz. Hukuk, devlet, doğa ve felsefenin bütününde karşımıza çıkan, zihinsel yaşamın somut ifadesinde, araştırmaya tabi tutulan nesne kendi gelişimi içerisinde değerlendirilmelidir (…) Bireyin mantığı kendi birliğine ulaşıncaya dek, kendi çelişkileri doğrultusunda ilerlemelidir.
Bu cümlelerde Hegelci diyalektiğin Marx’taki ilk izlerine şahit oluyoruz. Sabit geometrik formların, sürekli evrimleşen organizmalarla, toplumsal yapılar ve insani kurumlarla karşılaştırıldığını görüyoruz. Marx, Hegelci felsefenin etkisine karşı azimle direnmiş, hatta ondan nefret ederek kendi idealizmine inançla sadık kalmak için insanüstü çabalar sarf etmiş, fakat sonunda kendisi de o dönem Almanya’da hâkim olan Hegelci kurama, evrim fikrinin büyüsüne yenik düşmüştür.
Marx mektubuna hukuk çalışmalarından ve şiirlerinden bahsederek şöyle devam etmiştir:
Bu çeşitli faaliyetlerin sonucunda, ilk dönemimde birçok geceyi uykusuz geçirdim, birçok mücadele içerisine girdim ve birçok zihinsel ve fiziksel heyecana kapıldım. Tüm bunların sonunda ise, bu süreçte doğayı, sanatı ve sosyal etkileşimleri ihmal edip keyif almayı reddettiğim için, kendimi pek de iyi hissetmediğimi fark ettim: hatta bedenim de bu konuda uyarı vermeye başladı. Doktorum doğayla etkileşime girmemi önerdiği için, ilk defa şehrin öbür ucuna giderek kendimi Stralau Yolu’nda buldum (…) Uzun süredir idealizmi savunmama rağmen, ideali gerçeklikte aramaya yöneldim. Bugüne dek dünyanın ötesinde var olduğunu düşündüğüm tanrılar, şimdi onun merkezi haline geldi.
Tuhaf, inişli çıkışlı üslubundan pek keyif almasam da, Hegel’in felsefesinden bölümler okudum. Bu sefer fiziksel gerçeklik kadar temel, somut ve mükemmel bir spiritüel yapıya ulaşmaya niyetlenerek bir kez daha denizin derinliklerine dalmayı istedim ve zihinsel alıştırmalarla ilgilenmek yerine, saf gerçekleri günışığına çıkarmayı denedim.
“Cleantes ya da Kaynak ve Felsefenin Kaçınılmaz Gelişimi Üzerine” diye adlandırdığım yaklaşık 24 sayfalık bir diyalog yazdım. Burada, şimdiye dek birbirinden ayrı tutulmuş sanat ve bilim bir dereceye kadar iç içe geçmişti ve hatta cüretkâr bir maceracı olarak, tanrının saf bir kavram olarak dinde, doğada ve tarihte kendini gösterdiği şekliyle felsefi, diyalektik bir yorumunu geliştirme görevine soyundum. Son tezim Hegelci sistemin başlangıcı üzerineydi; yazılış sürecinde bilim, Schelling ve tarihle ilişki kurmamı ve üzerine epey kafa yormamı gerektiren bu çalışma, güvenilmez bir denizkızı gibi beni düşmanımın ellerine teslim etti…
Daha önceki mektubumda da bahsettiğim gibi, Jenny’nin hastalığı, entelektüel çalışmalarımın verimsizliği ve başarısızlığı yüzünden kapıldığım üzüntü ve nefret ettiğim bir görüşü saplantı haline getirdiğim için kapıldığım öfke yüzünden hasta oldum. İyileştikten sonra, tüm bunlardan vazgeçebileceğime dair beyhude bir inançla, tüm şiirlerimi ve yazmayı planladığım kısa hikâyelerin taslaklarını yaktım; şüphesiz, bunu yapmamam için hiçbir gerekçem yoktu.
Hastalığım sırasında