12 yıllık esaret. Соломон Нортап
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу 12 yıllık esaret - Соломон Нортап страница 9
Fırtına dindikten sonraki akşamüstü, Arthur ve ben geminin başındaydık. Çıkrığın üstünde oturuyorduk. Bizi bekleyen muhtemel kader üzerine konuşuyor, talihsizliğimizin matemini tutuyorduk. Arthur katıldığım bir şey dedi: Ölüm, önümüzde yaşanmayı bekleyen günlerden daha az korkutucuydu. Uzun süre çocuklarımızdan, köle olmadan önceki hayatımızdan ve nasıl kaçabileceğimizden bahsettik. Geminin kontrolünü ele geçirmek üzerine düşündük. Böyle bir durumda New York limanına gidebilme ihtimalini tartıştık. Pusuladan çok az anlıyordum ama bunu denemek yine de aklımı çeliyordu. Mürettebatla lehimize ve aleyhimize olabilecek karşılaşmaları tartıştık etraflıca. Kime güvenilir, kime güvenilemezdi? Saldırının doğru zamanı ve biçimi neydi? Hepsi defalarca konuşuldu. Plan ortaya konduğundan bu yana ümitlenmeye başlamıştım. Sürekli aklımın içinde bu dönüp duruyordu. Her türlü zorluk çıkaracak ihtimale karşın üstesinden gelecek planlar da yapıyorduk. Diğerleri uyurken Arthur ve ben planımızı geliştiriyorduk. Sonunda, temkini elden bırakmadan Robert’ı niyetimizden haberdar ettik. Anında onayladı ve hevesli bir şekilde komplo tartışmalarımıza dahil oldu. Güvenebileceğimiz başka bir köle daha yoktu. Korku ve cehalet içinde yetiştirildiklerinden beyaz bir adamın bakışıyla nasıl usulca sineceklerini tahmin etmek zor değildi. Bunun gibi riskli bir sırrı böylelerine söylemek güvenli olmayacağı için sonunda üçümüz bu korku dolu sorumluluğu yüklenip kendimiz gerçekleştirme kararı aldık.
Söylemiş olduğum gibi gece olunca ambara kilitleniyorduk. Güverteye nasıl ulaşacağımız konusu baş gösteren ilk zorluktu. Ama geminin baş kısmında otururken ters duran tekne dikkatimi çekmişti. Eğer kendimizi onun altına saklarsak, herkes ambara doğru koştururken kalabalıkta fark edilmezdik. Bu deneyi uygulamaya geçirmek için beni seçmişlerdi. Ertesi gece akşam yemeğinden sonra bir fırsatını bulup kendimi hızla teknenin altına sakladım. Güverteye yakın bir yerden etrafımda olup biteni gözleyebiliyordum. Sabah olup herkes kalktığında ise saklandığım yerden kimse fark etmeden çıkıyordum. Sonuç oldukça memnun ediciydi.
Kaptan ve muavin, kaptan kabininde uyuyorlardı. Robert’ın garsonluk yaparkenki gözlemleri doğrultusunda yattıkları bölgeyi netleştirdik. Ayrıca bize, masada daima iki tabanca ve bir de denizci kaması bulundurdukları bilgisini vermişti. Mürettebatın aşçısı ise gerektiğinde hareket ettirilebilen bir araç olan aşçı kamarasında uyuyor, yalnızca altı kişi olan denizciler ya üst güvertede ya da geminin hamaklarında yatıyorlardı. Sonunda bütün çalışmalar tamamlanmıştı. Arthur ve ben sessizce kaptanın kabinine girip tabancalarla denizci kamalarını alacak, kaptanı da muavini de haklayacaktık. Elinde bir sopayla Robert da güverteden kabine doğru açılan kapıda bekleyecek ve ihtiyaç halinde denizcileri biz yardıma gelene kadar dövecekti. Sonra da şartlara uygun adım atacaktık. Saldırı, direnişi engelleyecek kadar ani ve başarılı olursa, ambar ağzı kapalı tutulacaktı. Yoksa da köleler yukarıya çağrılacak ve hep birlikte o kalabalıkta, telaş ve kargaşada ya özgürlüğümüzü kazanacak ya da hayatımızı kaybedecektik. O zaman kaptan ben olacaktım, dümeni kuzeye çevirecek ve bahtımıza bir rüzgar bizi özgürlüğün toprağına sürerse sürecekti.
Muavinin adı Biddee idi. Duyduğum bir adı nadiren unutmama rağmen kaptanınkini hatırlayamıyorum. Kaptan küçük, soylu bir adamdı. Dik, sağlam ve gururlu görünüşüyle cesaret timsali gibi dururdu. Eğer hâlâ hayattaysa ve bu sayfaları okuyabilirse, geminin 1841’de Richmond’dan New Orleans’a seyahatiyle ilgili bilmediği, kendi seyir defterinde yazmayan bir şey öğrenecektir.
Hepimiz hazırdık ve sabırsızca planımızı gerçekleştirme fırsatını kolluyorduk. Ama sonra üzücü ve beklenmedik bir şey oldu: Robert hastalandı. Kısa süre sonra çiçek çıkarttığını söylediler. Gün geçtikçe durumu ağırlaşıyordu. New Orleans’a varmadan dört gün önce öldü. Denizcilerden biri onu battaniyesinin içine sıkıca bağlayıp ayaklarına da yük taktı. Sonra onu ambar ağzına yatırıp tırabzanların üstüne yerleştirdiği yüklerle havaya kaldırdı ve zavallı Robert’ın cansız bedeni körfezin beyaz sularına bırakıldı.
Hepimiz çiçek hastalığının gelmesiyle paniğe kapılmıştık. Kaptan, ambarın kireçlenmesini ve diğer gerekli önlemlerin alınmasını emretti. Robert’ın ölümü ve hastalığın varlığı beni son derece üzmüştü. Boş yere akan suya derin bir kederle baktım.
Robert’ın cenazesinden bir ya da iki akşam sonra, umutsuz düşüncelerle dolu, üst güvertenin ambar girişine yaslanmış bekliyordum ki bir denizci nazikçe neden öyle mahzun durduğumu sordu. Adamın ses tonu ve tavrı bana güven verdiği için ona cevap verdim: Çünkü ben özgür bir adamdım ve kaçırılmıştım. Bunun herhangi birinin mutsuzluğu için yeterli olduğunu söyleyip hikayemin detaylarını öğrenene dek bana sorular sormaya devam etti. Belli ki benimle çok ilgiliydi ve o dobra denizci “gemisi alabora da olsa” bana elinden gelen desteği sağlayacağına yemin etmişti. Bana kalem, mürekkep ve kağıt tedarik etmesini rica ettim. Böylece arkadaşlarıma yazabilecektim. Onları getireceğine söz verdi ama fark edilmeden bir şeyler yazmam zor olacaktı. O nöbet tutarken ve diğer denizciler uykudayken üst güverteye çıkabilsem bu iş olurdu. Hemen küçük tekne aklıma geldi. Mississippi’nin girişindeki Balize’ye yakın olduğumuzu ve mektubu bir an önce yazmam gerektiğini, yoksa fırsatı kaçıracağımı söyledi. Dolayısıyla ertesi gece kendimi tekrar teknenin altına saklamayı başardım. Saat on ikide vardiyası sona eriyordu. Üst güverteye çıktığını görüp hemen onu takip ettim. Uykulu gözleriyle bana üzerinde kalem ve kağıdın durduğu, titrek bir ışıkla aydınlanan masayı işaret etti. Ben girince ayağa kalkıp yanına oturmamı söyleyip kalemi gösterdi. Mektubu Sandy Tepesi’ndeki Henry B. Northup’a yazıyordum. Kaçırıldığımı, sonrasında da New Orleans’a giden Orleans Gemisi’ne getirildiğimi ama son durağımı kestirmemin imkansız olduğunu yazıp beni kurtarmak için bir şeyler yapmasını rica ettim. Mektubun ağzı kapatılmış ve gideceği adres yazılmıştı. Öncesinde mektubu okumuş olan Manning onu New Orleans postanesine götüreceğine söz verdi. Hızla teknenin altına koştum ve sabah olup köleler yukarı çıkıp etrafta dolanmaya başlarken fark edilmeden aralarına karıştım.
Cömert bir denizci olan iyi kalpli arkadaşım John Manning, İngiliz’di. Boston’da yaşamıştı. Uzun boylu, yapılı, yaklaşık yirmi dört yaşlarında, çiçekbozuğu ama sevgi dolu bir yüze sahip bir adamdı.
New Orleans’a varana kadar sıradan hayatımızı değiştirecek hiçbir şey olmadı. Manning’i gemi rıhtıma varıp daha sıkıca bağlanmadan kıyıya atlayıp şehre doğru hızla uzaklaşırken gördüm. Koşarken omzunun üzerinden arkasına bakarak bana gidiş amacının ne olduğunu ima eden bir harekette bulundu. Hemen döndü ve bana göz kırpıp hafifçe dirsek atarak “her şey yolunda” demeye getirdi.
Sonradan öğrendiğime göre mektup Sandy Tepesi’ne ulaşmıştı. Bay Northup, Alban’yi ziyaret edip mektubu Vali Seward’ın önüne koymuştu ama benim nerede olduğumla ilgili kesin bir bilgi vermediğinden, o zaman için özgür bırakılmama yönelik harekete geçilmemesine karar verilmişti. Net olarak nerede olduğuma dair bir bilgi ele geçirileceği düşünülerek ertelenmişti.
Rıhtıma yaklaşır yaklaşmaz mutlu ve dokunaklı bir sahne yaşandı. Postaneye doğru giden Manning gemiden atlar atlamaz iki adam gelip Arthur’a