Ordusunu Arayan Kumandan. Lütfü Şehsuvaroğlu

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Ordusunu Arayan Kumandan - Lütfü Şehsuvaroğlu страница 3

Жанр:
Серия:
Издательство:
Ordusunu Arayan Kumandan - Lütfü Şehsuvaroğlu

Скачать книгу

karşı fanatik gözükmüyorlardı. Yani ülkücülerle akıncılar, “Büyük Doğu” fikriyatı etrafında yeniden teşkilatlanabilir veya fikir ve eylem planında bir ittifak meydana getirebilirlerdi.

      Ordusun arayan kumandan olarak Necip Fazıl, ne yazık ki bu hayalini gerçekleştiremedi. Zira öncekiler onu kavrayamadılar, kavrasalar bile siyasi bağıntılarından kurtulamadılar. Hatta o zamana kadar olan tesirini bile etkisizleştirmek, yok etmek için uğraştılar. Bir anlamda Kumandan’ı aforoz ettiler.

      Ancak akıncılar arasından bir grup onun izini sürmeye devam etti.

      Daha sonra İbda adını alacak olan ve “Akıncı Güç” adıyla dergi çıkaran bu grup, iddiasını sivil inisiyatifin ötesine taşıdı ve ulaşacağı kültürel tabanlara ne yazık ki ulaşamadı.

      Ordusunu arayan kumandan olarak Necip Fazıl’ın, hayatı eserinden büyük adamlar arasına katılması yerinde olur. Hayatı cumhuriyet neslinin bütün evrelerinin bir enstantaneler zinciridir. Halkalar hâlinde pırıltılar… Bazen birbirine geçmiş, bazen her biri bir yere dağılmış halkalar…

      HAYATI

      “Ahşap Konak”tan sokaklara; şehirli, bohem ve aristokrat Müslüman

      26 Mayıs 1905 – 25 Mayıs 1983

      Kahramanmaraş’ın köklü bir ailesinden gelen Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in büyükbabası, mahkeme reisliğinden emeklidir ve Çemberlitaş’taki konağı, şairin çocukluğunun geçtiği, hayatında önemli bir yer işgal eden yerdir. Bu konak doğrudan Necip Fazıl’ın şiirinin de ilham kaynağı olmuştur. Anne, sevgili, şehir, hafakanlar, tarih çoğu zaman bu konak etrafında dönen motiflerdir.

      Necip Fazıl, ilköğrenimini ve ortaöğrenimini Amerikan ve Fransız kolejleri ile Bahriye Mektebinde (Askerî Deniz Lisesi) tamamladı. İstanbul Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünü bitirdikten (1924) sonra gönderildiği Fransa’da Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümünde okudu. Fransa’daki fikir ve sanat ortamı ile bohem ilişkiler, şairin hayatında önemli değişiklikler yaptı.2

      Özellikle Fransız şair Bodler’in etkisinde kalan şair, aynı zamanda şiir dünyasının harcını sokak, şehir, kadın, hafakan, daüssıla, karanlık ve daha birçok temel kavramla birlikte bizzat yaşayarak karmaktadır.3

      Daha Fransa’ya gitmeden on yedi yaşında şiir yazmaya başlayan Necip Fazıl, Yahya Kemal’in, Fuad Köprülü’nün, Halide Edip’in, Yakup Kadri’nin yazdığı “Yeni Mecmua”da şiirler yazar. Fransa’ya gitmeden önceki şiiri ile döndükten sonraki şiiri mukayese edildiğinde görülecektir ki gerçek Necip Fazıl’ın ruh dünyası, zaten ruhçu şiire mütemayildir.

      Türkiye’ye döndükten sonraki yıllarda Robert Kolejinde, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisinde, Konservatuvarda ve Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde hocalık yapar.

      1934 yılından itibaren hayatında köklü değişiklikler olur. Şeyh Abdülhakim Arvasi ile tanışır ve mistik düşüncelere açık şairde tasavvufi derinlik daha da artar. “O ve Ben”, “Halkadan Pırıltılar” yanında tiyatro eserleri bu dönemde edebiyatımıza kazandırılır.

      “Tohum”, “Para”, “Bir Adam Yaratmak” gibi tiyatro eserleri büyük ilgi görür.4

      İsmet İnönü’nün tek parti dönemine rastlayan “Büyük Doğu” devrinde yazdığı yazılar sebebiyle sürekli mahkeme koridorlarındadır. Yüzlerce yıl hapis cezası talep edilir. Bazı yazıları nedeniyle mahkûm da olur.5

      Hapishane hatıralarını “Cinnet Mustatili” (bir başka baskıda “Yılanlı Kuyudan”) adlı eserinde toplar. Atlara çok tutkun olan Necip Fazıl, 1957’de “At’a Senfoni” adlı eserini yazar. Türkiye Jokey Kulübünün sponsor olduğu kitap, atlara olan sevdayı aktarırken yine de sipariş kitabı olmaktan kurtulamaz.

      Yazılarını “Büyük Doğu” mecmuasından başka “Yeni İstanbul”, “Son Posta”, “Babıali’de Sabah”, “Bugün”, “Milli Gazete”, “Hergün” ve “Tercüman” adlı gazetelerde yayımlatır.6

      Uzun yazı hayatı boyunca bir kitaplık dolusu kitap neşreden Necip Fazıl, mücadele dolu hayat hikâyesini “Babıali”, “O ve Ben”, “Kafa Kâğıdı” gibi eserlerinde anlatmıştır.

      1980’de Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü’nü, 1981’de Millî Kültür Vakfı Armağanı’nı (İman ve İslam Atlası), 1982 Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü’nü alan Necip Fazıl Kısakürek, Türk Edebiyatı Vakfınca İstanbul’da Şairlerin Sultanı (Sultan-ı Şuara) unvanıyla da ödüllendirilmiştir.7

      1983 yılında Hakk’ın rahmetine kavuştuğunda bile hâlâ süren mahkemeleri olan Sultan-ı Şuara (Şairlerin Sultanı) Necip Fazıl, üç katlı ahşap ev, Babıali ve hapishane arasında zengin bir hayat yaşadı.8

      Mahkemelerle, “Büyük Doğu” ve “Ağaç” isimli dergileri yayımlamakla, İnönü-Menderes-Demirel-Erbakan-Türkeş gibi siyasi liderlere misyon yüklemekle, konferanslarla, derslerle ve polemiklerle geçen koca bir ömür…

      Şair, ruh köküne anlamlı bir mihver oluşturmak için Abdülhakim Arvasi’nin eteğinden tutuyor.

      Hayatı ve eseri arasında tercih yapılamayan sanatkâr olarak kumandan, “Büyük Doğu” ordusunu biraz da mahkeme salonlarında inşa etti.

      HAYATTAN ESERE

      Edebiyatın Her Dalında O Var

      Necip Fazıl, edebiyatın hemen her dalında eser vermiş, komple bir sanatçımızdır. Şiirden başlayarak; roman, hikâye, tiyatro, senaryo, deneme dallarında eserler yazan Necip Fazıl aynı zamanda “İdeolocya Örgüsü” gibi eserleriyle kendine mahsus bir ideoloji kuran, “Büyük Doğu” ve çıkardığı gazete ve dergilerle de gazete yazarlığında orijinal bir kalem olarak boş bırakmadığı bir saha olmayan neredeyse tek yazarımızdır.

      Necip Fazıl, her şeyden önce bir şairdir. Annesiyle ilgili bir hatırası vesilesiyle şair olmaya karar veren Necip Fazıl, şiirinde Türk edebiyatında o güne kadar işlenmiş birçok temaya eğilir. Türk şiirine kattıklarını diğer edebiyat sahalarında verdiği eserlerle de zenginleştirmeye çalışmışsa da bu sahalarda şiirindeki kadar -tiyatro hariç- zirveyi tek başına elde ettiği söylenemez. Tiyatro eserleri, devrinde en meşhur tiyatrocular tarafından sahneye konmuştu. Meşhur tiyatro Üstad’ı Muhsin Ertuğrul, Üstad Necip Fazıl için âdeta tiyatrocu olmuş gibidir. Ertuğrul için Necip Fazıl’ın eserlerini sahneye koymak, sanki kendi hayatına fazlasıyla anlam katan bir şeydir.

      Sultan-ı Şuara

      Altmış

Скачать книгу


<p>2</p>

Necip Fazıl, Paris’te bohem hayatı yaşadığını “Babıali” adlı eserinde itiraf eder. Şair, aynı zamanda bu devresinde kumar müptelası kesilir. Sorbon’a felsefe tahsili için giden şair, üniversiteye hiç uğramaz; gecelerini kumarla, gündüzlerini de uyuyarak geçirir. “Bütün mevsim, Paris’te gündüz ışığını görmedim. Paris’te gündüz nasıldır; haberim olmadı. Gün doğarken yatıyor, gecenin başlangıcında da hafakanlarla yatağımdan fırlayıp kulübe koşuyordum.” Necip Fazıl Kısakürek, “Babıali”, Büyük Doğu Yayımları, İstanbul 1985, s. 29)

<p>3</p>

Baudelaire, Türk edebiyatında Tevfik Fikret’ten başlayarak birçok şairi etkilemiştir. Bunlar arasında Cenab Şahabeddin, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl başta gelenlerdir. Fakat Türk Bodler’i olarak anılan hafakanlar şairi Necip Fazıl olmuştur. Sabahatin Ali, “İçimizdeki Şeytan” adlı romanında Bodler tesirini açıkça yazmaktadır. Bodler’in Türk şiirine etkisi üzerine yapılan bir araştırma, Fransız şairin Türk şairleri üzerine etkisinin umulandan fazla olduğunu ortaya koymaktadır. Bodler’in “Yapma Cennetler”inin nimetleri ve “Şer Çiçekleri” ile Babıali şairleri bütün ömürleri boyunca hemhal olmuşlardır.

Bodler’in “Çalar Saat”i, Necip Fazıl’ın “Geçen Dakikalarım” şiiriyle benzeşmektedir. Bodler’in “Öğlen Sonrasının Şarkısı” şiiriyle de Necip Fazıl’ın “Kadın Bacakları” adlı şiiri örtüşmektedir. “Necip Fazıl neredeyse Baudelaire’in bu manzumede kullandığı kelime dağarcığını aynen kullanır. Kadın tıpkı Baudelaire’in şiirinde olduğu gibi ‘tapınılacak’ bir fetiş, kutsal ögedir. Baudelaire, ‘Nasıl rahip tapıyorsa putuna / Ben de öyle sofu, tapmışım sana.’ dizeleri ile metresine olan ‘büyük’ ihtirasını dinî motiflerle dile getirmişti. Necip Fazıl da ‘Boynuma doladığım güzel putu görseler / İnsanlar öğrenirdi neye tapacağını.’ der.” Bodler’in “Hortlak” şiiri ile Necip Fazıl’ın “Bekleyen” şiiri aynı konuyu ele alır. Hortlak, canavar olmuştur. Necip Fazıl’la Bodler arasındaki benzerlik o kadardır ki Üstad’ın “Kaldırımlar”da gezdiği şehir sokakları İstanbul’dan çok Paris’tir. ‘Baudelaire’in bu şehirli dikkati ne yazık ki Necip Fazıl’da bile Paris’te tecelli etmiştir. Bu bakımdan şairin gezdiği sokaklar / kaldırımlar İstanbul değil, fenerlerin iki yanından bir sel gibi aktığı Paris sokakları / kaldırımlarıdır.” (Ali İhsan Kolcu, Albatros’un Gölgesi – “Baudelaire’in Türk Şiirine Tesiri Üzerine Bir İnceleme”, Akçağ Yayınevi, Ankara 2002, s. 275-335)

<p>4</p>

Meşhur Muhsin Ertuğrul’un sahneye koyduğu ve oynadığı “Bir Adam Yaratmak” adlı eser, büyük ilgi görmesine rağmen diğer eserlere de aynı ilginin gösterildiğini söylemek zordur. Bütün oyunlarındaki kahramanlar; “Tohum”da Ferhad Bey; “Bir Adam Yaratmak”ta Hüsrev; gerçekte Necip Fazıl’ı temsil ediyorlardır ve Üstad’ın şairliği, tiyatro yazarlığı, senaristliği, romancılığı, hatta konferansları birbirinden ayrılmaz. “…Üstad’ın bütün eserlerini, şairliğinden tecrid ederek incelemenin ne imkânı ne de yararı vardır. Çünkü onun eserleri bir bütündür. Daha doğrusu o, eserleri, üslup özellikleri ve fikri ile bir bütündür. Eserlerinin hepsi, aynı manevi duygu potasında erimiş, aynı üstün üslup nakışı ile işlenmiş ve hepsi birbirini tamamlayarak bütünü oluşturmuşlardır.” (Osman Nuri Ekiz ve ark., “Necip Fazıl Kısakürek”, Türk Klasikleri, Toker Yayınları, İstanbul 1984, s. 46)

Hafakanlar şairi ruhçu Necip Fazıl, hocam-kurtarıcım dediği Şeyh Arvasi ile karşılaştıktan sonra tiyatro, senaryo, roman, hikâye, konferans ve şiirlerini hep bir vaaz yönünü-görevini de dikkate alarak üretmiştir. Bir mülakatta ne diyor: “Tiyatro benim için içtimai davada en büyük bir vaaz kürsüsüdür. Aynı şairi her yerde bulacaksınız. İdeolocya Örgüsü’nde o şairin tefekkürü vardır. Şiir kitabında tahassüsü vardır. Tiyatro çok enteresan bir Batılı keşif… Hayat donuyor o çerçevenin içinde. Dondurulmuş bir hayat. Orada da benim davamın şahıslara, entrikaya intikal etmiş, vakıaya intikal etmiş şekli vardır. Bunlar hep sanatımın müştaklarıdır. Tıpkı petrolden çıkan müştaklar gibi…”(Meş’ale Dergisi, Sayı: 33)

“Senaristi, başoyuncusu ve yönetmeninin Necip Fazıl olduğu bir film hayal ediyorum. Bu film soyut sinemanın en güzel örneklerinden olurdu ve bu filmin senaryosu da mevcut Necip Fazıl senaryolarına hiç benzemezdi.” (Muhsin Mete, Bütün Yönleriyle Necip Fazıl Sempozyumu, TYB, 1994)

<p>5</p>

Bu devirde çıkan “Büyük Doğu”lar hakkında Orhan Okay Hoca şunları yazıyor: “1945-1948 arasındaki büyük boy 87 sayılık koleksiyon, bana göre, ‘Büyük Doğu’nun en zengin muhtevalı dönemi olmasının yanı sıra, siyasi yorumları, fikir yazıları, edebî mahsulleri ve zengin yazar kadrosu ile de dergi tarihimizin dikkate değer örnekleri arasına girmeye layıktır. Bunun dışında ulaştığı tiraj bugün bile magazin yayımlarının dışında pek çok derginin gıpta edeceği bir seviyede idi.” (Orhan Okay, “Silik Fotoğraflar”, Ötüken, İstanbul 2001, s. 127)

Bütün ömrü boyunca mahkemeler Necip Fazıl’ın peşini bırakmadı. Sultan-ı Şuara seçildiği gün de vefat etiği gün de mahkemeleri vardı. Fakat basın hayatında iki büyük mahkeme dikkati çeker. Biri Ahmet Emin Yalman’ın vurulmasıyla ilgili açılan Malatya Davası, diğeri de 1974’te açılan Türklüğe Hakaret Davası. Birincisinde savunması şöyleydi: “İddianame karşısında mücerred insanlık ve düşmanda bile aranan liyakat ölçüsü adına utanç duyuyorum. Bu yüzden kanunun bana verdiği her türlü müdafaa hakkımı kullanmayı, iddianameye kendi cinsinden bir üslup tavsif husumetiyle mukabele etmeyi zaaf ve küçüklük saymaktayım.” İkincisinde ise şöyle der: “Böylece sadece şahsımı değil, amme vicdanını da incitmiş olan savcıya yüce mahkemeniz ve Türk amme vicdanı önünde hicap terleri dökerek teessüf ederim.”

Necip Fazıl, hapishane hatıralarını “Yılanlı Kuyudan” adlı eserinde ebedîleştirdi. “Bizde hapishane hiçbir suçun ızdırap ve intibah yatağı değil, her suçun tam teşekkül ve tekemmül akademisidir. O bir yılanlı kuyudur ve bekçileri içine değil, yalnız kapağına hâkimdir.”

İslamiyetin şehirleri terk ettiği bir dönemde şehirli-aristokrat bir Müslüman edasıyla Anadolu gençliğini kendisine yakın bulan Üstad, mahkemeleri de davasının arenası yapmıştır. Onun davaları ile ilgili olarak Şükrü Karatepe şöyle diyor: “Necip Fazıl’ın bir numara olma özelliğini davalarında da da görüyoruz. Bu nedenle Üstad’ın davaları, yargılaması, yapılan suçtan çok kendisinin öne çıktığı bir tür gösteriye dönüşmüştür. Mahkemeler Necip Fazıl için davasını anlatacağı bir fırsatır. Kendisine yöneltilen suçlamayı reddettiği hiçbir davasında görülmemiştir. (…) Üstad, düşmanlarına karşı her zaman onları küçümseyen, değer vermeyen ve tepeden bakan bir tavır takınmıştır. Bu durum savcılara karşı da kendini gösterir. Şartlar zorlaştıkça keyiflenen, mücadele şartlarının çetinliğinden bilenen Üstad, şövalyelik ruhunun tatmini için savcılara karşı sürekli saldırı pozisyonunda olmuştur.” (Şükrü Karatepe, “Necip Fazıl Davaları”, Bütün Yönleriyle Necip Fazıl Sempozyumu, TYB, Ankara, 1994)

<p>6</p>

Sponsorluğunu yapan gazete veya kuruluşların dolaylı yoldan övgüsünü de yapmakla suçlanan Üstad, Türk basın tarihinde fıkra yazarı olarak, gazete ve dergi patronu olarak her bakımdan özgün bir yere sahiptir.

Şükran Kurdakul, Üstad’ın basın hayatı için şöyle yazıyor: “İlk dizisi düşün ve sanat dergisi niteliğinde olan ‘Büyük Doğu’yu (1943-1954) çıkarmaya başladıktan sonra resmî göreve girmedi. ‘Son Posta’, ‘Yeni İstanbul’ gazetelerinde fıkra yazarlığı yaptı. ‘Büyük Doğu’yu ikinci kez siyasal gazete olarak çıkardı. 1945’ten sonra tutucu zümrelerin değer saydığı konuları işleyerek tarihsel ilerleme bilincine aykırı doğrultuda yazıları kitaplarıyla çağdaş düşünce verilerinin dışında kalan yazarlar arasına katıldı. ‘Yeni Mecmua’daki (1923) ilk deneylerinden sonra ‘Millî Mecmua’ (1924-28), ‘Hayat’ (1928-29), ‘Varlık’ (1933-36), kendi yayını ‘Ağaç’ (1936) dergilerinde çıkan şiirleriyle cumhuriyet döneminde yetişen şair kuşağının en ünlülerinden biri durumuna geldi.” (Şükran Kurdakul, Şairler ve Yazarlar Sözlüğü)

<p>7</p>

1975’te Millî Türk Talebe Birliği tarafından, 50. Sanat Yılı jübilesi yapıldı. 1980’de ise doğumunun 75. yılında Türk Edebiyatı Vakfı tarafından “Türkçenin yaşayan en büyük şairi” seçilerek kendisine Sultanü’ş Şuara (Şairler Sultanı) unvanı verildi. Aynı yıl Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü (nakdi mükâfat) ile mükâfatlandırıldı. (25 Mayıs 1980) Bu tarihten sonra evinden pek çıkmadı. İlk romanını yazdı ve yayımladı: “Aynadaki Yalan”. Şairlik kudretini yayımladığı son şiirlerinde bir kere daha gösterdi. 25 Mayıs 1983’te İstanbul’da vefat eti; hiçbir resmî tertip eseri olmayan mahşeri bir aydın ve halk kalabalığının katıldığı Süleymaniye Camii’ndeki cenaze namazından sonra, Eyüp’te Kâşgarî Dergâhı’na defnedildi.” (Yeni Türk Ansiklopedisi, Ötüken Yayınevi, Cilt 5. s. 1843

<p>8</p>

Öldüğünde on sekiz aylık kesinleşmiş mahkûmiyeti bulunan Necip Fazıl, 1964 yılında “Büyük Doğu” yeni devresine başlarken kendi ömrü hakkında şunları yazıyordu: “1943: Allah demek yasak… İlk Büyük Doğu… İlk hapis 1 gün… 1944: Vekiller Hey’eti kararıyla kapatılış; bir yüksek mektepteki hocalıktan kovuluş ve asker edilip Toroslar’a sürülüş… 1945: Amerikan diktası cebrî (!) hürriyet… İkinci çıkış. 1946: Örfi İdarece mühürleniş… Ankara: Recep Peker (100 bin lira kabul eder misiniz?)… 1947: Üçüncü çıkış… Mitingler… Kahrolsun “Büyük Doğu”! İkinci hapis (23 gün)… Beraat… 1948: Temyiz beraati bozuyor… Mahkeme koridorları… Çile üstüne çile… 1949: Dördüncü ve şekil değiştirerek beşinci çıkış… Takipler çekirge hücumu… 1950: Üçüncü hapis (üç ay) ve af kanunu ile kurtuluş… Ateşe devam… 1951: Dördüncü hapis (17 gün)… Ortaklaşa günlük gazete… Altıncı çıkış… İhanet… Ayrılış… 1952: Kendi günlük gazetem… Yedinci çıkış… Yine sayısız dava… Mason locası baskını (Ben seninleyim! Gazeteni kapat! Emir en tepeden!)… 1953: Malatya hapsi… Beşincisi (1 sene 3 gün)… Ölümden cinnetten öteye ızdırap… 1954: Sekizinci çıkış… Her sayımız toplatılıyor… İflas… 1955: Hükûmet ve mahkeme kapılarında mermerleri aşındıran ayakkabı… Boşlukta uçan ses… 1956: İkinci günlük gazete tecrübesi, dokuzuncu çıkış… Yine Örfi İdare kapatmaları… 1957: Altıncı hapis (8 ay 4 gün)… Seçimler kazanılınca hatırlanıyor ve okşanmaya başlıyoruz! 1958: Dörtlü murat yaprağı gibi aranan resmî idrak ve her defa rastlanan fikrî boşluk… 1959: Zor bela onuncu çıkış ve tam sahabetsiz didiniş… Bolu Dağları’nda tevkif (2 gün hapis-yedinci)… Böyleyken Allah’ın lütuflarıyla hemen her şeyi peşin söyleyiş, fakat dinletemeyiş… Mahkûmiyet kararları tepemizde kar gibi yağmakta… 101 sene hapis gibi bir şey… İliklerimize kadar bezginlik ve elveda!.. 1960: Elmâlûm… Destanlık çapta husûsiyetleriyle Davutpaşa Kışlası, Balmumcu Gazinosu ve oradan Toptaşı Cezaevinin kütüphanesinde yazı, ibadet, gözyaşı, düşünce… 1962: İnceleme, kollama, gözetleme, karara varma yılı… Dört davadan beraat ve ilk defa ‘af kanunu’ndan istiğnâ… 1963: Örfi İdare boyunca siperde bekleyiş… 1964: On birinci çıkış (Birinci demektir.) ve Allah kerim…” Bu yazıdan sonra “Büyük Doğu” 1971’e kadar dört defa daha çıktı. 1978’deki 5 sayılık 16. çıkış ise “veda” devresi oldu. (Yeni Türk Ansiklopedisi, Ötüken Yayınevi, Cilt: 5, s. 1842-1843) “Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış; Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış…”