Emeviler ve Emevi Halifeleri. Hasan Yılmaz
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Emeviler ve Emevi Halifeleri - Hasan Yılmaz страница 6
İngiltere’nin asıl hedefi, Araplar arasından bir halife çıkartarak Osmanlı Devleti’nin Müslümanlar üzerindeki dinî nüfuzunu zayıflatmaktı. Aslında İngiltere’nin halifelik unvanı ile ilgilenmesi 18. yüzyılın sonlarında başlamıştı. 1870’lerde İngiltere-Osmanlı ilişkilerinde meydana gelen soğukluk ve İngiltere’nin Müslüman sömürgelerinde ortaya çıkabilecek direnişlerin halifelik çevresinde güçlenmesi ihtimali İngilizleri bu kurumun manevi nüfuzu hakkında korkuya düşürdü. İngilizlerin halife adayı Mekke emîri idi, bu nedenle Osmanlı hilafetinin meşru olmadığı yönünde basında yayınlar yapmaya başladılar. Aynı şekilde, siyasetçiler ve devlet adamları da Osmanlı hilafetinin bir meşruiyetinin bulunmadığı yönünde beyanatlar verdiler. İngilizler bu iddialarını şu gerekçelere dayandırıyorlardı:
1) Osmanlılar’ın hilafet iddiası, İslam dünyasının tamamı tarafından kabul edilmiş değildir.
2) Osmanlılar Kureyş soyundan gelmemektedir.
3) Osmanlılar halifeliği biatle değil, zorla ele geçirmişlerdir.
Bu propagandalar süreç içinde etkisini göstermiş ve Araplar arasında hilafetin kendilerine iade edilmesini savunan hareketler de ortaya çıkmıştır. Etkisi sınırlı da olsa yaşanan bu propaganda savaşı 1916’daki Şerif Hüseyin İsyanı’nda rol oynamıştır.
İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde, halifelik dış siyasette bir güç olarak kullanılmaya, iç siyasette ise etkisi sınırlandırılmaya çalışılmıştır. Padişahın yetkilerinin sınırlandırılmasına paralel başlayan tartışmalarla birlikte ortaya çıkan yeni hukuki duruma ilişkin şu görüşler ortaya konulmuştur:
1) Halifelik, Müslümanlar tarafından verilmiş bir vekâlettir. Dolayısıyla halifenin millet üstünde değil, milletin halife üzerinde hâkimiyeti vardır.
2) Halife seçimle gelmiş bir yönetimde hükûmet başkanı makamında olup hak ve yetkileri sadece yürütme organı ile sınırlıdır. Yasama ve yargı gücü başka organlara aittir.
31 Mart Olayı’nın ardından, II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesinden dört ay sonra, 22 Ağustos 1909’da kabul edilen kanun ile halifenin hak ve yetkileri sınırlandırıldı. Fakat aynı süreçte Trablusgarp’ın İtalyanlar tarafından işgal edilmesi, Balkanlar’da patlak veren isyanlar Osmanlı Devleti’ne halifeliğin siyasi nüfuzunu kullanma ihtiyacı hissettirdi. İttihat ve Terakki yönetimi, gösterilen tepkileri de dikkate alarak Müslüman kamuoyunun desteğini alabilmek amacıyla tekrar hilafet kurumunun önemine atıflarda bulundu. İslam dünyasının bağımsız tek Müslüman devleti olması nedeniyle, bütün Müslümanlar halifeliğin kaderiyle kendi kaderlerini bir görmeye başladılar. O dönemde, dünya Müslümanlarının hilafetten başka sığınacakları bir merci bulunmadığından Osmanlılar’ın el birliğiyle güçlendirilmesi ortak bir sorumluluktu.
Halifeliği, günümüzde de tartışma konusu hâline getiren, Osmanlı Devleti’nin siyasi birliğini sağlamak için kullanılan söylem olmuştur. Abbasiler’in son dönemlerinde yaptıkları gibi, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’yla başlayan bu siyasi söylem, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sürecinde yoğunlaştırılarak kullanılmıştır. Halkın maneviyatını yüksek tutmak, yedi düvele karşı verilen savaşta İslam dünyasının desteğini almak, İngiliz, Fransız ve Rusların yönetimi altındaki Müslüman halkları kışkırtmak amacıyla kullanılan bu söylem, süreç içinde dinî bir derinlik kazanmış ve birlik fikrinin merkezine oturtulmuştur. Ancak buna rağmen, savaş yıllarında sömürge durumunda olan İslam ülkelerinde, beklenen tepki görülmemiştir. Aksine İngiltere’nin Araplara yönelik propagandası sonuç vermiş ve Şerif Hüseyin Osmanlı Devleti’ne isyan etmiştir.
İngilizler, verdikleri sözlerin aksine, isyan ederek Osmanlı Devleti’nden ayrılan Şerif Hüseyin’e Birinci Dünya Savaşı bitene kadar hilafet meselesini gündeme getirmemesini tavsiye etmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı bitiminde ise halifelik çekişmesine karışmak istemediklerini Şerif Hüseyin’e bildirmişlerdir. Şerif Hüseyin, kendisine verilen halifelik sözünü 1923’te Lozan masasında gündeme getirmiştir. Ancak İngilizler, halifelik sözünün 1914 şartlarında verildiğini belirterek sözlerini tutmaktan imtina etmişlerdir. İngilizleri halifeliği Şerif Hüseyin’e vermekten vazgeçirten ise Hindistan’da başlayan Hilafet Hareketi idi. İngilizler, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Hindistan Müslümanlarının tepkisini kırmak için Şerif Hüseyin’e verdikleri sözün aksini Hindistan Müslümanlarına vermişlerdi. Hindistan Müslümanlarına Osmanlı hilafetine ve mukaddes bölgelerdeki hâkimiyetine halel gelmeyeceğini taahhüt etmişlerdi. İngilizlerin bu sözlerini tutmayacakları Sevr Antlaşması ile görülmüştü. Bunun üzerine Hint Müslümanları, Osmanlı hilafetinin hukukunu korumak üzere büyük bir eylem başlattılar. Hindistan Hilafet Hareketi denilen bu eylem, aynı zamanda Anadolu’da başlayan Millî Mücadele’nin de dışarıdaki en büyük destekçisi oldu. Bu süreçte, halifelik müessesesi siyasi kimliğiyle daha ön plana çıktı.
Halifeliğin akıbetini belirleyen süreç ise Anadolu’da başlayan Kurtuluş Savaşı oldu. Savaş süresince İstanbul’u işgal altında tutan İngiliz kuvvetleri, halifelik müessesesini de Kurtuluş Savaşı aleyhine kullanmaya çalıştı. Bu süreçte, Ankara’da kurulan yeni meclis, padişah-halifenin durumunun “padişah ve halife cebir ve ikrahtan azade olduğu zaman” ele alınacağını açıkladı.
Son Halife Abdülmecit
Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanmasından sonra Lozan Konferansı’na katılacak Türk heyetinin tespiti, Ankara ve İstanbul’da mevcut iki hükûmetten kaynaklanan iki başlılığın sıkıntılarını gündeme getirdi. İngilizler, konferansa hem Ankara hem İstanbul hükûmetinden temsilci çağırdılar. Ancak ülkenin iki başlılıktan kurtarılması gerektiğine inanan TBMM hükûmeti, 1 Kasım 1922’de saltanatı ve hilafet makamlarını birbirinden ayırarak saltanatı kaldırdığını ilan etti. Halifelik müessesesi ise yapılan müzakereler sonunda sadece dinî içerikli bir kurum olarak kabul edildi. Türkiye Büyük Millet Meclisinin bu kararından endişeye kapılan Padişah Vahdettin 16-17 Kasım 1922 gecesi bir İngiliz gemisiyle Anadolu’yu terk etti.
Son derece sancılı sonuçlar doğuran bu değişim döneminde, veliaht Abdülmecit Efendi ile görüşülerek kendisinden saltanat iddiasında bulunmayacağına dair bir belge alındı. 19 Kasım’da yapılan oturumda, hilafet makamını terk eden Vahdettin’in yerine Abdülmecit Efendi’nin halife seçildiği belirtildi. Aynı gün Abdülmecit Efendi’nin bir halife olarak nasıl davranması gerektiğini belirleyen bir de çerçeve hazırlandı. Buna göre Abdülmecit Efendi sadece “halife-i müslimin” unvanını kullanacak, bu unvana başka sıfatlar eklenmeyecekti. Ayrıca İslam dünyasına hitap eden bir beyanname hazırlayarak onaylanmak üzere Ankara’ya gönderecekti. Bu beyannamede Abdülmecit Efendi halife seçilmesinden dolayı duyduğu memnuniyeti ifade edecek, bu arada Vahdettin’in davranışı tenkit edilecek, Türk devleti ve Büyük Millet Meclisinin bütün İslam âlemi için çok hayırlı ve faydalı olduğu belirtilecek, Türk hükûmetinin hizmetlerinden takdirle bahsedilecekti ve halife siyasi sayılabilecek başka hiçbir beyanda bulunamayacaktı.
Abdülmecit,