Mikâil Bayram’ın Aynasında 99 İsim. Mikâil Bayram
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Mikâil Bayram’ın Aynasında 99 İsim - Mikâil Bayram страница 9
O dönemde Akabe Körfezi civarında Hemime denilen bir köyde ikamet eden Abbasoğulları, hacıların yolu üzerinde bulunan bu bölgede siyasi-dinî propaganda yürütürlerdi. Ebu Müslim ve ordusu batıya doğru gelirken yol üzerindeki Emevî garnizonlarını imha ederek yol aldılar; en sonunda son Emevî Halifesi Mervan bir orduyla karşılarına çıktı. Zap Suyu kenarında, iki ordu arasında nihai savaş meydana geldi, Emevîler ağır şekilde yenildiler. Böylece Emevî yanlıları hercümerç içinde kaçışmaya başladı. Mervan, Harran’da tutunabileceğini düşündü, ancak o denli sıkı bir takibe uğradı ki orada da tutunamadılar. Ebu Müslim bu bölgede mücadele verirken, Abbasoğulları Horasan ordusunun arasına katılarak kendi ailelerini onlara tanıttılar.
O döneme kadar Alioğulları halifelik mücadelesinde kendi haklarının yenildiğini ve zulme uğradıklarını dile getiriyorlardı. Abbasoğulları tam burada devreye girerek, kendilerinin Peygamber’in doğrudan amcasının vasileri oldukları, Nebi’nin amcaoğlu ve damadı olan Ali yerine kendilerinin hilafete daha layık oldukları propagandasını yaptılar. Bu tezler Horasan ordusu arasında hızla yayıldı. Bu faaliyetler sonucunda, Abdullah es-Saffah isimli Abbasoğlu ileri geleni hızla gücü eline geçirmeye ve komutanları tabiiyetine almaya başladı. Ardından Emevîleri takibe koyuldular; ciddi bir Emevî katliamı yaşandı. Abdullah ve emrindeki ordu, Şam’da Emevî mezarlarını dahi bozup, henüz çürümemiş cesetleri kaldırıp kırbaçladılar.
Ebu Müslim, bu süreçte gücü ve iktidarı bilerek ve isteyerek Abbasoğullarına devretti. Bu sonuçta, onların irsiyet yoluyla hilafette daha fazla hak sahibi olduklarına inanmasının ve bölgede uzun yıllar süren Emevî-Arap iktidarından sonra yönetimi yeniden Kureyş’e bırakmak istemesinin de büyük rolü vardı. Abdullah es-Saffah altı sene kadar iktidarda kaldıktan sonra yerine kardeşi Ebu Cafer Mansur, Abbasî halifesi oldu.
Alioğulları daha önce defalarca silahlı şekilde isyan etmelerine rağmen büyük ölçüde yenilgiye uğramış, uzak coğrafyalara kaçmış, ailenin etkili isimleri güç oyunundan tasfiye edilmişlerdi. Dolayısıyla Alioğulları büyük ölçüde pasifize olup kenara çekilince, Abbasoğullarının yükselişi için fırsat ortaya çıktı. İranlı seçkinlerin tahta oturttuğu Abbasoğulları, devletlerini yeniden inşa etmeye çalıştılar. Bunu yaparken de İran bürokrasisi ve seçkinlerini seferber ettiler.
Yeni bir başkent inşa etme hevesi ortaya çıkınca, Abbasoğulları Kûfe civarını düşünürken, İranlılar Isfahan’ı önerdiler. Ebu Cafer Mansur, Isfahan’ın Mezopotamya bölgesinden uzak olduğunu düşünüp burayı tercih etmedi. O dönemde Dicle kenarında Perslerin kadim başkenti Medain’in hemen yanındaki Bağdat köyü uygun bulundu. Yüzlerce İranlı mühendis bu yeni başkentin inşa edilmesi için çalıştı, bu çalışmada Medain harabelerinin malzemeleri kullanıldı. Dolayısıyla Bağdat, madden ve manen Medain’in bir devamıdır. İran edebiyatının en dehşetli ve yürek burkan kasidesi, Hakânî-i Şirvânî’nin hac yolunda giderken yazdığı Medain Harabeleri’dir. Medain mirası, İranlı seçkinlerin muhayyilesinde önemini hep korumuştur.
Emevî sonrası dönemde, Ebu Müslim ve etrafındaki İranlı generaller yeni devlet üzerinde tasallut kurmaya çalışıyorlardı. Ebu Cafer kurnaz bir adamdı, bunları birbirinden ayrı ayrı ele aldı ve devlete karşı faaliyetleri nedeniyle birer birer tasfiye etti. En sonunda da Ebu Müslim’i darbe yapabileceği endişesiyle öldürttü. Böylece Abbasoğulları ailesi, devletin tek hâkimi hâline geldi.
13.
Bâyezid-i Bistâmî (777 – 848)
Bistâm, İran’ın güneyinde Kerman-Horasan arasında bir bölgededir. Bâyezid, Abbasîlerin ilk döneminde yaşadı ve etkili oldu. Tasavvufun ilk neşvünema bulduğu ve kendini hissettirmeye başladığı dönem de bu dönemdir. Eski İran mistisizminin mensuplarındandır, ailesi Mecusî’dir, babası Mecusî din görevlisidir. Bu tür bir aile içinde İslam’ın ne derece etkili olabildiğini ölçebilmek zordur; ancak Bâyezid birtakım fikir ve söylemlerin temsilcisi olarak ön plana çıkar. “Mâ fî cübbetisiv’allah.” sözü (Cübbemin içinde Allah’tan gayri nesne yoktur.) gibi söylemleri, kendisinin Mecusî mistisizminin bir müntesibi olduğuna delil gösterilir. Zira Mecusîler, insanın nefis terbiyesi sürecinde yoğun bir faaliyetle tekâmül edeceğini, riyazet (Yeme-içme, uyku, halk ile muaşeretten uzak kalmak vb.) yoluyla insanın beşerî benliğinden sıyrılıp ilahileşeceğini ve neticede Hakk’ın o insanın benliğine gireceğini öngörür. İşte o vakit insan konuştukça sözü Allah’ın sözü, gördükleri Allah’ın gördüğü, duyması Allah’ın duyması olur Bu anlayışı da İslamileştirmek için bu anlamı ihtiva eden hadisler üretildi. “Benle kulum arasında öyle bir an gelir ki o an kulumun duyduğu ses ben olurum, gördüğü ben olurum, tüm hislerinde ben olurum.” mealine gelen sözler bu cümledendir. Benzer anlayışlar Şems-i Tebrizî gibi mutasavvıflarda da çokça vardır. Şems’in bir mecliste ayağa kalkıp “Daha ne zamana kadar onun bunun sözlerini aktarıp duracaksınız; içinizde yok mu bir yiğit, Allah bana bunu dedi, bunu gösterdi diyebilecek?” sözü de bu istikamette ve anlayışı temsil eder mahiyettedir.
Bâyezid eski Mecusî mistisizminden pek çok şeyi İslami kisveye sokarak dinin içine zerk etmekteydi. Bu anlayış kendisinden sonra gelen mutasavvıflar üzerinde derinden etki yaptı. Hatta Mevlânâ da Bistâmî’den naklen eskilerin kitaplarından alıp manzumlaştırdığı çok önemli bir hikâye anlatır: “Bir sene Bâyezid Hacc’a gidecek oldu, çölün yolunu tuttu. Çölün derinliklerinde nurani çehreli bir adam gördü ve merak edip yanına gitti. Onunla sohbete daldı, adam Bâyezid’e bir şeyler anlatırken, Bâyezid o yaşlı adamın ‘zamanın kutbu’ olduğunun farkına vardı. Onun sohbetindeyken bu adam Bâyezid’e nereden geldiğini sordu, o da Allah’ın Evi’ni ziyarete gideceğini söyledi. Adam kendisine, bu kadar zahmet ve para harcayıp da gideceği o eve, yapıldığı andan beri Allah’ın bir kere girmediğini; ancak var olduğu andan beri Allah’ın kendi kalbinde bulunduğunu, kendi etrafında tavaf ederse haccetmiş gibi olacağını söyledi. Bâyezid de cebindeki parasını adama verdi ve oradan geri dönüp ayrıca Hacc’a gitmedi.”
Mevlânâ bu hikâyede demek ister ki; “Her dönemin bir kutbu vardır ve onlar kendi zamanlarında dünyayı idare ederler.” Bu öykü aslında, Mevlânâ’nın kendi kutupluğuna ve yeni bir din yaratma iddiasına yatırım yaptığı bir başka şiiridir.
Örneğin Kuşeyrî’nin risalesinde de Bâyezid’in söylemlerini büyük oranda bulabilmek mümkündür. Bu etki, daha sonraki pek çok mutasavvıf için de geçerlidir. Tasavvufun uluları (tabakat-ı sufiye) zikredilirken de hem Bâyezid hem de onun takipçisi sayılan Hallâc-ı Mansur en başlarda zikredilir. Benzer şekilde, Hallâc’ın babası da Mecusî’dir.
Bâyezid’in döneminde devletin bürokratları hep İranlıydı; bu yüzden de İran kökenli olan Bâyezid ve Hallâc gibi kişiler, bu devlet adamlarınca özellikle ön plana çıkarılmaktaydı.
14.
Hallâc-ı Mansur (858 – 922)
Geçmişte yaşamış öyle kişiler var ki ölümlerinin üzerinden asırlar geçse de sonraki nesiller o şahsiyetlerle ilgili birbirine tamamen zıt görüşte olabilmektedir. Bu şahsiyetlerden biri de ünlü mutasavvıf ve şair Hüseyin b. Mansur el-Hallâc’dır. M. 858 yılında Beyza’da doğdu, cetleri Zerdüştî’ydi. Aralarında Cüneyd-i Bağdadî’nin de bulunduğu döneminin ünlü mutasavvıflarından ders aldı,