Salon Köşelerinde. Safveti Ziya
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Salon Köşelerinde - Safveti Ziya страница 6
Daha seri dönmeye başladık. Lydia’nın etekleri her dönüşte beni sarıyor, hafif, titrek bir temastan sonra ayrılıyor, yine sarıyor, yine çekiliyordu. Dansın hızından seslerimiz heyecan dolu, nefeslerimiz sık ve kesikti, bununla beraber devam ediyorduk.
“Genç kızlardan korkarım demekte haklı olduğumu tasdik edersiniz ya?”
“Hiçbir şeyi tasdik etmem, yalnız bazı genç kadınlardan daha fazla korkmanızı size tavsiye ederim.”
Cevap verecektim. Ne söyleyeceğimi bilmediğim hâlde bir cevap verecektim, o dakikada bıyıkları tıraşlı, maymun suratlı bir İngiliz yanımıza yaklaştı, bizi takip ederek İngilizce dedi ki:
“Miss, vaadinizi unutmayınız.”
Lydia derhâl omzumdan elini çekti ve resmî bir tebessümle bana, “Mersi mösyö.” dedi. İngiliz de gayet hafif bir selamla beraber üzerime belirsiz bir bakış fırlatarak “Pardon!” diye mırıldandı ve hemen valse başladılar. Ben belli belirsiz bir hüzün içinde, olduğum yerde kalmıştım. Elimde olmadan gözlerimle onları takip ediyor, adamın valsinde bir kusur, bir noksan arıyordum. Lakin kâfir İngiliz o kadar latif vals ediyordu ki âdeta kıskandım. Hatta bir aralık sağa vals ederken birdenbire yönünü değiştirerek sola vals etmeye, sırayla bir iki defa sağa, bir iki defa sola dönerek “boston” diye tabir ettikleri valsi büyük bir ustalıkla oynamaya başladı.
İşte o zaman derin bir üzüntü hissettim: Off, böyle senelerden beri, çocukluktan beri cemiyet içinde yetişip büyüyen, bu yaşayışa, bu tavra, duruşa doğuştan, soydan sahip olan bu adamlarla, bunların zarafetiyle mücadele etmek nasıl mümkün olacaktı? Beş on sene sürekli vals etmeden bu maharet nasıl, nasıl kazanılabilirdi? Senelerce bu siyah elbise giyilmeyince, bu beyaz boyun bağı bağlanmayınca, bu zarafet, bu tabii zarafet, bu sadelik içindeki fevkalade zarafet nasıl ortaya çıkardı? Kendimi pek küçük, pek âciz, pek eksik, pek zavallı görmeye başladım.
Üstümden başımdan, noksan zarafetimden utanıyordum. İngiliz’de öyle hususi bir şıklık, o derece asil bir duruş vardı ki ümitsizliğe kapılıyordum ve mahzun mahzun bıyıklarımın ucunu çekiştiriyordum. Birdenbire, arkamda bir yelpazenin sallandığını hissettim. Şiddetle döndüm. Madam Daven karşımdaydı.
Dedi ki:
“Seviyorsunuz… Kıskanıyorsunuz!.. Zavallı çocuk, lakin bilmiyorsunuz ki siz ondan bin kere daha sevimlisiniz.” Tebessüm etti, saygıyla eğildim.
“Beni ümitlere düşürüyorsunuz, madam; kimseyi sevmiyorum, kimseyi de kıskanmıyorum. Yalnız şu İngiliz’in oynayışına hayran oluyorum; bostonu ne güzel dans ediyor.”
Başını salladı.
“Bir şey değil, güzellik valsin kendisindedir. Emin olunuz ki bir iki defa tecrübe etseniz, siz bu maymun heriften daha güzel oynarsınız.”
“Hiç zannetmem, madam.”
“Bahşeder misiniz? Yarın çayınızı gelin bizde içiniz. Ben size bostonu göstereyim, bakın ne kadar çabuk öğreneceksiniz. Size hocalık edişim kibrinize dokunmaz ya?”
Minimini elini avucuma alarak sıktım.
“Teşekkür ederim, azizim.” dedim. “Zaten her konuda ben sizin hayran, minnet dolu öğrencinizim. Cemiyet içinde beni siz yetiştirdiniz, hiçbir zaman bu iyiliğinizi unutamam!”
Yanakları memnuniyetinden pembe pembe oldu. Ellerini çekmeyerek gözleriyle tebessüm etti.
“Ooo, Şekip Bey, çok fazla alçak gönüllülük gösteriyorsunuz; sizi tanıdığım zaman zaten mükemmeldiniz!”
Ve derhâl maksada dönerek
“O hâlde karar verildi, yarın saat beşte sizi beklerim. Biraz dedikodu eder, çay içer sonra da boston ederiz. Yarın kimlere gideceksiniz?”
Biraz düşünür gibi yaptım; dedim ki:
“Madam Jackson’a gitmeyeli bir asır oldu, yarın günüdür, biraz uğramak niyetindeyim. Tabii Madam Dölans’a da giderim. Akşam yemeğine de Rustov’lara davetliyim. Gelgelelim bunların hepsini bir yana bırakıp yemek zamanına kadar sizinle bulunmayı tercih edeceğim.”
Sevinçle ellerini çırptı.
“Ben de Rustov’lara davetliyim hatta, müjdelerim; dans dahi edilecek, o hâlde sizi yarın altı buçuğa kadar alıkoyarım, saat sekizde yine bize gelirsiniz, Rustov’lara eşim de gidecek, hep beraber gideriz. Olmaz mı?”
“Memnuniyetle!” dedim. Elini öptüm. Ayrıldık.
Artık baloda durmak, Miss Lydia’yı bir daha görmek istemedim. Çıkıp gitmek üzere ilerliyordum. Geçeceğim salonun kapısında Lydia bir iskemleye oturmuş, yelpazeleniyordu. Dudaklarının üzerinde, şakaklarında, gözlerinin altında ufak ufak billuri ter taneleri parıldıyor; yelpazeyi salladıkça gür, dalgalı, kumral saç yığınının ötesinden, berisinden sıyrılıp kaçan teller uçuşuyordu. Bir müddet durdum, bu genç kızı dikkatle incelemeye koyuldum: Güzel değildi, âdeta hiç güzel değildi. Yumuk çehresinde göze çarpacak hiçbir şey yoktu. İnce ince kumral kaşları, biraz ucu kalkık düz burnu, kalınca dudakları, daima yarı kapalı yeşil gözleriyle bu çehre pek düzgün ve sevimli, fakat hiç güzel değildi. Her parçasını ayrı ayrı tetkik ettikçe hepsinde küçük birer kusura tesadüf ediyordum, lakin hepsi bir araya gelince öyle güzel bir uyum, öyle bir çekicilik vardı ki insan elinde olmadan tutuluyordu. Bu çehreye kendine has bir gariplik, bir başkalık, bir hususilik veren şey, teniyle saçlarıydı. Gayet kumral, gayet sık, gayet gür olan bu saçlarda o kadar incelik, parlaklık, toplanışında o derece düzgünlük, zarafet görülüyordu ki bunların elle taranıp o hâle getirilmiş olduğuna ihtimal verilemezdi. Sanki bu saçları, Tanrı böylece, bu biçimde, bu vaziyette yaratmış! Bu saçlar, bu tazenin vücudundan ayrı, büsbütün ayrı, büsbütün başka bir parça zannedilirdi. Hele ensesinin düzlüğü… Gerdanının beyazlığı ve biçimi… Ensesinden yukarı doğru kaldırılmış saçların intizamı, parlaklığı… Pembe kamelyalar kadar düz, taze ve âdeta şeffaf duran ince latifliği Lydia’ya hakikaten bir harikuladelik veriyordu. Raksın verdiği hararetle de yanakları kızarmıştı. Göğsü hafif hafif kımıldıyordu.
Ben bunları tetkik ettiğim sırada gönlümde öyle bir usanç duyuyordum ki birkaç defa kendi kendime,
Ben de amma tuhaf olmuşum, hislerimi inceleyeceğim diye kendi kendime sahte üzüntüler icat ediyorum.dedim, gelgelelim Lydia’dan gözümü ayıramıyordum. Çıplak omuzlarının, açık göğsünün kısacası dekolteli hâlinin zarafet ve letafeti beni pek fazla hislendiriyordu. Bu kadar güzel dekolte, bu derece parlak ve tahrik edici omuzlar görmemiştim.
İnkâr edilemezdi! Evet, bu kızda bir başkalık, bir benzersizlik vardı. Başını tutuşu, gözlerini süzerek bakışı, tavırlarının sadeliği, ağırlığı, kibarlığı bu genç kızın yaradılışında bir seçkinlik, bir fevkaladelik olduğunu gösteriyordu.
Ah! Kim bilir bu çehrenin kalbi nasıl bir kalp; nasıl başka bir kalp, ne türlü ihtiyaçlar, ne türlü emel ve ihtiyaçlarla dolu bir kalpti?