Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat. Şemseddin Sami

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat - Şemseddin Sami страница 5

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat - Şemseddin Sami

Скачать книгу

bana verdi.

      “İşte, Rıfat Bey şu mektubu verdi ve dedi ki, sizi yalnız bulup vereyim de cevabını getireyim, dedi.”

      Ellerim titreyerek, gönlüm tiz tiz vurarak mektubu açtım. Şu şekilde idi:

      Ruhum Saliha’m!

      İşte altı ay oldu ki görüşemiyoruz. Gayet müştakım. Allah vere de bir daha görüşelim, bir daha birbirimizi dünya gözüyle görelim!.. Ah!.. O beraber olduğumuz zamanlar!.. Ah o zamanlar! Nasıl su gibi geçti o günler! Şimdi bizim için bir dakika bin yıldır. Saliha’m, şimdiden sonra, hiç olmazsa mektuplarla görüşelim. Gülizar’la bu mektubun cevabını gönder. Şimdilik bu kadarla kifayet ederim. İnşallah yakında görüşürüz. Allah’a ısmarladım! Ah!.. Ah!.. Ah!..

Rıfat

      Bu mektubu okudum, tekrar okudum; belki ezberledim. Her bir harfini gönlümce, uzun uzadıya inceledim. Biraz teselli buldum. Yüzüm biraz güldü, gönlüm biraz açıldı. Hokka kalemi aldım, şu cevabı yazdım:

      Candan Aziz Rıfat’ım,

      Mektubunuzu aldım, dünyalarca memnun oldum. Belki taze hayat buldum. Ah! Ne derim, bu memnuniyet ölçü kabul etmez. “Mektuplaşma yarı kavuşmadır.” derler. Kavuşmak ne büyük şey, kavuşmak… Ah, mektuplaşma dahi onun yarısı değil mi ya!.. Ah Rıfat’ım, senden ayrılalı hâlim nedir, hiç tarif istemez; hemen Allah bizi birleştirsin! Başka elimizde ne var? Şimdilik bundan ziyade yazamam. Üç gün dahi yazsam, gönlümün derdini bildiremem, fakat vakit müsait değil. İkinci mektubunuzu beklerim. Allah’a ısmarladım. Ah!.. Ah!..

Saliha

      Şu mektubu büktüm, zarfa koydum, mühürledim, Gülizar’ın eline bıraktım.

      “Al elmasım, sakın kimse görmesin haa!..” dedim.

      Gülizar gitti. Ben Rıfat Bey’in mektubunu ve yazdığım mektubumun müsveddesini tekrar tekrar okudum. O gün benim için başka gün oldu… İşte ondan sonra Gülizar’ın vasıtasıyla, ikide birde, mektuplarla görüşürdük. Ben bazen Rıfat Bey’i pencereden dahi görürdüm, çünkü vaktin çoğunu pencerede geçirirdim, ama o beni göremezdi. Beş sene daha böyle geçti. Ben on altı yaşına bastım; Rıfat Bey o zaman on sekiz on dokuz yaşında olacaktı.

      KEDER

      Ben on altı yaşıma bastığımı hatırıma getirdikçe kendi kendime “On altı yaşında bir kızla on sekiz yaşında bir çocuk evlenebilirler, çilemiz bitti inşallah!” diyerek sevinirdim. Hatta bunu Rıfat Bey’e dahi yazmıştım; onun dahi ümidi tazelenmişti. Bir gün odamda yalnız oturup dikiyordum. Bakarım ki annem girdi, kapıyı itiverdi, yanıma geldi, oturdu. Dikişime bakar gibi filan olur; nihayet “Kızım!” dedi. “Sen on altı yaşını geçtin, kocaya varacak vaktindir, bahtın da müsaade etmiş, seni bir büyük evden istiyorlar. Gayet varlıklı, zengin, kişizade bir efendi seni istiyor. Biz pederinle düşündük pek çok münasip gördük… Allah’ın emriyle… seni ona vereceğiz.”

      Bu sözü işittiğim gibi iğne elimden düştü, gözlerimde bir duman peyda oldu; benzim nasıl oldu ancak gören bilir… Söz söylemeye mecalim yok, lakin “Şayet şu efendi Rıfat Bey’dir.” diye yine ümidi büsbütün kesmedim. Her ne kadar ki annem “gayet varlıklı” dedi, bu söz bana çok ümit vermezdi. Lakin tabii âdettir, insan ne büyük felaketlere ne de büyük sevinçlere birdenbire inanmaz. Gönül bir müftüdür ki istemediği şey için pek kolay fetva vermez.

      “İşte sükût edersin, rızan vardır demek olur. Artık bitti, inşallah hayırlı…”

      “Ooo… Ne! Nasıl!.. Ben şimdiden evleneyim! Aaaa, yok… Annem, yok… Ben… ben… ben evlenmem. Beni isteyen?.. Beni… kimse… istemez… Bunları siz kurarsınız… Ben…”

      “Aaa kızım!.. Sen çocuk mu oldun! İşte dedim sana ya, bu talih her gün önüne gelmez. Nasıl ‘Beni kimse istemez.’ dersin? Hani ya geçen hafta görücüler gelmedi mi? Senin hiç haberin yokken onlar sana baktılar, beğendiler… İşte iş meydanda… Kocan olacak efendi Ahmet Bey isminde…”

      Ben şu Ahmet Bey ismini işittiğim gibi, Rıfat Bey’in olmadığını anladım, meyus oldum. İnsan meyus olduğu vakitte -hem öyle meyusiyet- mahcubiyeti kalkar, korkusu da gider, cesur olur. Pek çok kızdım, ayağa kalktım.

      “Aaa… Anne! İşte dedim a, evlenmem vesselam! Zorla beni evlendirmek isterseniz evlendiriniz! Benim rızamı niye sorarsınız? Ben şimdilik evlenmem!” diyerek odadan çıktım. Dadımın odasına gittim, başımı bir yastığa koyup hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bir saat kadar böyle ağladım. Dadı mutfakta idi. Bir de gelir, beni o hâlde görür, biçare kadıncağız şaşar, “Ne oldu!.. Ne oldu!.. Kim öldü? Ne var, a kızım?.. Ne ağlıyorsun?” diyerek çağırır.

      Ben başımı kaldırıp:

      “Dadı, ne diyorsun? Ne şaştın böyle?.. Kim ölecek? Ah, keşke ben öleydim de… bu olmayaydı. Aaah dadı, ah!..”

      “Canım, ne var? Aman söyle çabuk…”

      “Ne olacak… Annem… beni evlendirmek… istiyor… Ben şimdi…”

      “Ah kızım, Allah’tan bulasın! Ne yaptın bana! Az kaldı bayılıyordum. İnme isabet edecekti. Of… Allah!.. Kalk kız, biraz soğuk su ver bana… Çabuk, çabuk… Bayılıyorum!..”

      Dadıyı fena hâle getirdim. Biraz su verdim, içti, kendini topladı:

      “A kızım, bunda ağlanacak bir şey var mıdır? Ben zannettim ki, Allah esirgeye, ya efendi ya hanıma bir şey oldu da… Meğer seni evlendirecekler, sen sevinmeliydin a kızım, değil ağlıyorsun. Evlenmeyi fena bir şey mi zannediyorsun? Kocayı umacı mı sanırsın?”

      “Yok yok, ah dadı, sen bilmezsin! Ben evlenmek isterim… Ama… Yok yok… Diyemem.”

      “Söyle, söyle bakalım, acemi olma.”

      “Ne söyleyeyim… Baksana şu kâğıdı okuyayım, sen dinle…”

      Böyle diyerek, ağlayarak o mahut ahitnameyi cebimden çıkardım; utanarak, sesim titreyerek okudum. Dadı işitti; bu defa gülmedi. Gördü ki iş gülünecek bir raddede değil.

      “Ağlama kızım, gözlerini sil. Ben gider annene söylerim de razı ederiz, haydi korkma.” diyerek kalktı, annemin yanına vardı. Ben yalnız kaldım. Biraz teselli buldum. Dadıyı dört gözle bekliyordum, dadı da geldi.”

      “E, anneme söyledin mi? Ne dedi?”

      “Söyledim ya… ‘Peki’ dedi. Bakalım, şimdi gitti efendiye danışmaya.”

      “Ah, babam da işitecek bunu!.. Ah biçare ben, ah!.. Nasıl çıkayım önüne!” diyerek kalktım, ayaklarımı yavaş yavaş basarak babamın olduğu odanın kapısına gittim; perdenin arkasından işittim ki bu türlü konuşuyorlardı:

      “Aaa! Yok, yok… Olmaz, imkânı yok; olur şey mi ya? Çocuk iyi, gerçekten iyi, pek güzel çocuk, ama ne yapayım o pederi var… Hiç öyle adamın evine kız verilir mi? Kızımı öyle bir eve vermektense öldürmek daha iyidir.

Скачать книгу