Efendi ile Uşak. Лев Толстой
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Efendi ile Uşak - Лев Толстой страница 3
II
Kızak ayaklarını gıcırdatarak sarsıldı, dinç hayvan katılaşmış bir kar tabakasıyla örtülü olan yola girdi.
Veliahdının kızağın arkasında asılmış olduğunu gören efendi şakrak bir eda ile -çocuğa- “Çapkın, ne yapıyorsun?” -uşağına- “Sen şu kamçıyı bana uzat!” diyor, -çocuğa dönerek- “Haydi ananın yanına!” emrini veriyordu. Çocuk yere atladı. Hayvan yürüyüşünü artırdı, rahvandan tırısa geçti.
Oturdukları köyde topu topu altı ev vardı. En sondaki demircinin evini de geçer geçmez rüzgârın sandıklarından çok daha kuvvetli olduğunu gördüler. Yol hemen hemen seçilmiyordu. Kızağın ayaklarının açtığı izler rüzgârların savurduğu karlarla hemen kapanıyor, yolu ancak geçtikleri ovadan daha yüksekte olmasıyla ayırt edebiliyorlardı.
Tarlaların üstünde kar kasırgaları koşuşuyor, yerle göğün kavuştukları çizgi ayırt olunmuyordu. Her zaman çok iyi seçilen orman, toz hâlinde savrulan karlardan zaman zaman ancak siyah bir leke gibi görünüyordu. Rüzgâr soldan esiyor ve Toru atın yelesini ve büyük bir düğüm yapılmış olan sık kuyruğunu hep sağa doğru uçuruyordu. Rüzgârın altında uşağın büyük yakası burnuna, yanaklarına yapışıyordu.
Hayvanıyla da gurur duyan efendi: “Toru tam yürüyüşüyle gidemiyor, kar fazla. Onunla bir kere P…’ ye gittim. Beni yarım saat içinde götürmüştü…” dedi.
Yakasının kalkıklığı yüzünden bir şey işitememiş olan uşak sordu: “Ne?”
Efendi bu sefer bağırdı:
“Beni P…’ye yarım saat içinde götürmüştü…”
Uşak “Diyecek yoktur, emsalsiz bir attır…” dedi.
Bir an sustular; fakat efendi konuşmak sevdasında idi.
“Eh evlat, bahara bir beygir alacak mısın?”
Uşak paltosunun yakasını indirerek cevap verdi:
“Çaresiz alınacak. Oğlan büyüdü. Artık çift sürmelidir…”
“Âlâ, bizim kemikliyi al, sana ucuz veririm.”
Uşağın o cevabı üzerine efendinin tamah damarları kabarmıştı. Satılık malının kusurlarını örtmek hususunda yüksek bir dereceye varınca bütün hünerlerini kullanmaya hazırlandı; fakat beygirin ancak yedi rublelik bir yadigâr olduğunu bilen ve efendisinin kendisine yirmi beş rubleye satacağını, sonra altı ay beş para koklatmayacağını bilen uşak, efendisini önleyerek: “Bana on beş ruble verirseniz daha iyi edersiniz. At pazarından bir şey seçerim.” dedi.
“Kemikli iyi bir beygirdir. Ben senin iyiliğini isterim. Zaten vicdanım rahattır, ömrümde kimselere fenalık etmemişimdir. Sana zararına bile veririm. (mal satar veya alırken kullandığı tavrı ile ve yüksek sesle) Şerefim hakkı için ben başkalarına benzemem! Sahiden iyi bir beygirdir!”
Uşak içini çekti: “Ona ne şüphe!”
Efendisinin susmasından istifade ederek hemen yakasını yeniden kaldırdı, yüzünü tamamen örtmüş oldu.
Bu şekilde hiç konuşmayarak yarım saat kadar gittiler. Uşak elinin üstünde, kürkünün yırtık olduğu kol tarafında rüzgârın tesirini duyuyordu. Büzülüyor, ağzını örten yakasının içine nefes veriyordu. Vücudunun üşüdüğü yoktu.
Karamihevo’ya geçen yol daha işlekti, iki yanında yolu gösteren levhalı kazıklar vardı; fakat daha uzundu. Doğru giden yol daha kestirme olmakla beraber o kadar işlek değildi; yolları gösteren kazıkları daha seyrekti, hem karla örtülmüşlerdi.
Uşak biraz düşündükten sonra “Karamihevo uzun tutar; fakat yol daha iyidir.” dedi.
Doğru yoldan gitmek isteyen efendi reddetti:
“Dosdoğru gidersek dereyi keseriz, şaşırmak imkânı yoktur, sonra da orman…”
Uşak “Siz bilirsiniz!” diyerek yakasını yeniden örttü.
Efendi dediğini yaptı. Yarım kilometre kadar daha ilerleyince sola saptı, orada birkaç kurumuş yapraklarıyla bir meşe dalı sallanıyordu. Bu dönüm noktasından sonra rüzgâr üzerlerine tam karşıdan diklemesine geldi. Kar yağmaya başladı.
Kızağı hep efendi kullanıyordu. Yanaklarını şişirtiyor, bıyıklarına nefes veriyordu. Uşak uyukluyordu. Böylece on dakika sessiz geçti. Efendi birden bir şeyler söyledi. Uşak gözlerini açarak sordu:
“Ne?”
Efendi cevap vermedi. Eğiliyor; ileriye, geriye bakıyordu. Hayvan ilerliyor, ter içinde kalmış olan tüyleri boynunda ve bacakları arasında kıvrılıyordu.
Uşak tekrarladı:
“Ne var? Nedir?”
Efendi, hiddetli hiddetli onu taklit etti:
“Ne var? Nedir? Ne olacak, hiç kazık yok, yol işareti yok, demek yoldan çıkmışız…”
Uşak “Sen biraz dur. Ben bir bakayım…” diyerek kızaktan hafifçe atladı, kırbacı samanın altından çekerek hayvanın soluna, oturduğu tarafa doğru yürüdü. O yıl kar bol değildi. Güçlük çekmeyerek yürünebiliyordu. Öyle olmakla beraber bazı yerlerde dizlerine kadar batıyordu. Kısa bir zamanda çizmelerinin içi karla doldu. Ayağıyla, kırbacın sapı ile yeri yokluyor, yolu bir türlü bulamıyordu. Geri döndüğü zaman efendi sordu:
“Peki, ne olacak?”
“Bu tarafta bir şey bulamadım, şuralara da gidip bakmalı!”
“Önümüzdeki şu donuk leke nedir, oraya bir bak…”
Uşak gösterilen tarafa gitti ve kara lekeye yaklaştı. Bu çıplak bir tarla idi ki, rüzgârın önüne kattığı hafif toprakları âdeta karı siyaha boyamıştı. Sağına da baktı, yokladı, üstünü başını kaplayan karları silkti, çizmelerini salladı, kızağa bindi.
Kati bir sesle “Sağa gitmeli, rüzgâr solumuzda idi, şimdi dosdoğru yüzüme vuruyor, (amirane) sağa döndür!” dedi.
Efendi uşağa itaat ederek kızağı sağa döndürdü; fakat yoldan eser yoktu… Bu şekilde de bir zaman gittiler. Rüzgâr dinmiyordu, kar yağıyordu.
Uşak bu hâllerden memnun bir hâlde “Efendi, besbelli ki, yolu kaybettik.” dedi.
Efendi karın altından beliren karamsı kamışları göstererek sordu:
“Şunlar ne?”
Ter içinde kalmış ve nefes alırken iki böğrü atmakta olan atı durdurarak