Bahtiyarlık. Ахмет Мидхат

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Bahtiyarlık - Ахмет Мидхат страница 4

Жанр:
Серия:
Издательство:
Bahtiyarlık - Ахмет Мидхат

Скачать книгу

kadın gelir kız kardeşi hasta olduğundan bahisle ileride yıkayacağı çamaşıra karşılık para ister. Rizet ona karşılık değil; yardım olarak bir şeyler vermek ister. Parası olmadığından Flamme müdürüne gidip alelhesap bir miktar istediği hâlde her zaman böyle yardımlar, sadakalar için para almaktan dolayı iki buçuk üç aylığını evvelden almış bulunduğu hakkındaki ihtarı “Sen adam olmayacaksın Rizet! Alıp verdiğini bilmiyorsun!” tarzında bir de tekdirle beraber alırdı. Hâlbuki kız kardeşi hasta olan çamaşırcıyı eli boş gönderemeyince, kulaklarından kırk liralık küpeyi çıkarıp çamaşırcıya verir. Verir de o hesabı çamaşırcı hesabına sokmaz ve bunun için Rizet’te bir para bulunmaz.

      Rizet çirkindi. Fakat çirkinliği yalnız yüzünden ibaretti. Yüzünden başka her şeyi güzeldi. Bu sebeple Flamme’ye müdavim olanların tümü onu tutkundular ve onu görmek için sabırsızlanırlardı.

      Ne diyorduk? Rizet’in şevkli bir akşamından bahsediyorduk. Ondan önce sahneye çıkanları öylesine dinliyorlardı. Herkes Rizet’in çıkmasını bekliyordu. Rizet çıktı. Gayet güzel bir gemici şarkısı söylemeye başladıysa da o kadar sabırsızlıkla beklenilen Rizet’i dinleyen var mı? Bir el şakırtısı bir ayak tepintisi bir baston takırtısı ve bir tabak çevrinti takırtısı arasında “Bravo!” tezahüratlarıyla beraber bir de “marseyez feminin” sesleri Flamme’nin kalın duvarları içine sığmamaya başladı.

      Kız şarkıyı bitirdi. Şarkı biter ama şakırtı biter mi? Birkaç defa Rizet kayboldu. Yine getirildi. Halkın emeli kıza “marseyez feminin”i söyletmekti. Rizet’in emeli ise halka naz etmekti. Artık bu niyaz ve naz esnasında el çırpmadan çatlamadık avuç mu kaldı?

      Patlamadık avuçları görmedik. Fakat eldiven patladığını gördük. Sahneye yakın, tekerlekli masa yanında oturan şık bir bey, giymiş olduğu açık renk elbiseye uygun olarak ellerinde açık renk eldiven bulunduğu hâlde çıplak elle Rizet’i alkışlamaktan utanarak eldivenli elleriyle alkışlamak için eldivenleri patlatmış, zeki ve zarif Rizet ise bu iltifatı pek köylücesine bir nezaket bularak buna da ağzı kulaklarına varırcasına gülmüştü.

      Ettiği alkış pek köylücesine pek kaba bir alkış görerek Rizet’in gülmüş olduğu delikanlının bizim Senai olacağını zannedebiliyor musunuz? Evet, bu delikanlı Senai’ydi. Hem de şöyle sadece Senai değil. Senai Beyefendi! Daha ziyade anlatmak için “Yamalı Musa oğlu” demek isterdik ama Senai’nin bu şöhreti İstanbul’da olmadığından onu demeye muktedir olamadık.

      Senai, Galatasaray’dan çıkmış ve hükûmet dairelerinden birisine devama başlamışsa da, on yedi on sekiz yaşındaki zengin ve heveskâr bir çocuk için mektepten bu suretle çıkmak bir esaret altından kurtulmak hükmünü almıştı.

      Şehirlilerin yaşantısı içinde büyümek arzusunda bulunan Senai bu arzusunu eğitim öğretimce ileriye götüre götüre öyle bir dereceyi bulmuştu ki iddiasınca asıl şehir Frengistan, yani Batı şehirleriydi. Onlara nispetle İstanbul ancak büyük bir köy sayılırdı. Dolayısıyla bir şey iyi ve medeniyet şanına layık olması için mutlaka Frenk’e mensup olmak lazımdı. Alaturka olduktan sonra hiçbir şey Senai’nin nazarında iyi sayılmazdı.

      Senai, Osmanlıların yeme içme, yatıp kalkma usullerinden hiçbirisini beğenmezdi. Hatta Osmanlının idare sistemini de beğenmezdi. Böyle barbarcasına bir usule tabi olmak onu çok üzerdi. Kendisi her şeyiyle alafranga olmak istiyordu. Yalnız dış işlerine olan mensubiyeti ise ileride sefirliğe kadar yol açacağı nedeniyle mümkün mertebe alafrangaya yakın gördüğünden, gönlü o daireye meyletmişti.

      Meyli diplomatlığa olduğuna göre bari o yola uysa ya!

      Böyle şeylerin Senai nazarında hiç acelesi yoktur. Senai nefsine o kadar mağrurdur ki hangi gün bir bakanlığa müracaat etse istediği kaleme çırak edilebileceğini ve hangi sefirlikte bir başkâtiplik açılacak olsa başvurur vurmaz oraya alınacağına kesin inanırdı. Kendi kendisine derdi:

      “Onlardan aylık isteyeceğim yok. Yıllık isteyeceğim. Avrupa’da dahi sefirlerin maiyetlerine hep zengin olan aristokratlar tayin olunurlar. Memuriyetlerinden aldıkları beş on lira maaşla o memuriyetlerin şanını muhafaza etmek mümkün müdür?”

      Dikkat buyuruluyor mu ki bizim Yamalı Musa oğlu Osman kendi hayalinde kendi mertebesini aristokratlığa kadar nasıl vardırıyor?

      İşte bu kafada olan Senai eğlence kısmında da alafrangayı tercih ederek Flamme’nin en başlı müdavimlerinden ve Rizet’in en büyük ahbabından olmuştu.

      Rizet halkın avuçlar ve eldivenler patlatarak vuku bulan iltimaslarını kabul ile talep edilen şarkıyı okuduktan ve hatta birkaç kere tekrar ettikten sonra istirahat için kendi hususi odasına çekildi. Sanatkâr matmazele “bonsuvar”5 demeyi Frenk medeniyeti şanının birinci vazifelerinden sayan Senai, hemen yerinden fırladı kalktı ve kızın odasına kadar can attı.

      Senai, burnunu yere sürercesine bir “reverans” yaparak “Bonsuvar Rizet!” deyince Rizet cevaben “Bonsuvar prens!” demesin mi? Senai bu nitelendirmeden epeyce mahcup oldu. Dedi ki:

      “Prens mi? İşte bu pek ziyade!”

      “Neden ziyade olsun? Almanya’da öyle hükümdarlar var ki ülkeleri, sizin pederinizin köylerinden birisi kadar bile değildir. Pederinizin yalnız çobanları iki yüz elli üç yüze vardığını geçen gün söylüyordunuz. Bazı Alman prenslerinin ise ordularının mevcudu seksen askere varmaz.”

      “Orası öyle ama…”

      “Aması filanı yok. Siz Avrupa’da olsaydınız kendinize emlakinizden en meşhur olanın ismiyle tesmiye ettirerek mesela “Senai de Söğüt” dedirtirdiniz.”

      Senai, Söğüt’ü o kadar şık bulmadı. Kendi arazileri içinde bir mevkinin ismi “Berrakpınar” olduğundan bunu manasıyla beraber Rizet’e ihtar edince, şu parlak ismi o da beğenerek ve yalnız prens unvanını biraz ifratça görerek fakat “Senyör de Berrakpınar” isimlendirilmesine kimsenin bir diyeceği olamayacağına sesli kahkahalar ile karar verildi.

      Bu unvanın Senai’ye bedava mı verildiğini zannedersiniz? Bedava olarak selam bile verilmez. Matmazel Rizet’e yirmi sekiz liralık bir broş takı takdim olundu. Gariplik bunda değil. Asıl gariplik malum unvanın Senai tarafından ciddi olarak kabul edilmesindedir. Senai ahmak bir herif olsaydı bu kabule hayret edilmeyebilirdi. Zekâsı yolunda olduğu hâlde sadece alafrangalık ve büyüklük taslamak için böyle bin unvan kabul edilmiştir. Ondan sonra Senai, Fransızca yazdığı mektupları “S. de Berrakpınar” diye imzaya başladı. Yalnız Türkçe olan mektuplarına bu imzayı koymazdı. Koyamadığından dolayı hiddet dahi ederek derdi ki:

      “Evvela böyle şeyleri Türklerden kimler anlayabilir? İkincisi ‘Berrakpınar’ın Senai’si’ diyecek olsak bunlardan o mevkinin sahibi manası çıkarılabilir mi? İşte insan bu Türkçede bir isim, bir unvan sahibi olmaya bile muktedir olamıyor.”

      Senai’nin validesi Cihangir taraflarında bir ev satın alarak oğluyla beraber oturmakta ve kocası Yamalı Musa’nın hane masrafı olarak tahsis etmiş olduğu sekiz lirayla kendisini pekâlâ geçindirmekteyse de, Yamalı Musa’nın Senai’ye tahsis etmiş olduğu on lira aylık kifayet etmek şöyle dursun validesinin dizi altınları, gerdanlık, bilezik, küpe ve yüzük gibi elmasları da bir

Скачать книгу


<p>5</p>

İyi akşamlar.