Nar Evi. Оскар Уайльд

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Nar Evi - Оскар Уайльд страница 5

Жанр:
Серия:
Издательство:
Nar Evi - Оскар Уайльд

Скачать книгу

Prenses terasta arkadaşları ile birlikte geziyor, taş vazolar ile yosun tutmuş eski heykellerin arasında saklambaç oynuyordu. Normal zamanlarda sadece kendi statüsünden çocuklarla oynamasına müsaade ediliyordu. Bu sebepten hep tek başına oynardı ancak doğum günü bir istisnaydı. Kral, Prenses’in sevdiği arkadaşlarını davet edip onlarla eğlenmesini emretmişti. Etrafta süzülen zayıf İspanyol çocuklarında zarif bir hâl vardı. Erkek çocukları geniş tüylü şapkalar takmış ve uçuşan kısa pelerinler giymişlerdi. Kız çocukları ise sırma işlemeli uzun elbiselerinin uçlarından tutuyor, simli siyah yelpazelerle gözlerini güneşten koruyorlardı. Ancak Prenses, içlerinde en zarif olanıydı. O zamanın tuhaf modasıyla kıyaslandığında içlerinde en zevkli giyinen de yine oydu. Elbisesi gri satendendi. Eteği ve kabarık kolları işlemeliydi. Elbisesinin gövde kısmına ise ince inciler sıra sıra işlenmişti. Gül desenleriyle süslü minik ayakkabıları yürürken elbisesinin altında görünürdü. Tüllü yelpazesi sedefli pembeydi. Hafif sarı saçları ise küçük ve soluk yüzünün üzerinde hale misali kaskatı duruyordu. Saçında güzel bir beyaz gül vardı.

      Saraydaki bir pencereden Kral onları hüzünle izliyordu. Arkasında nefret ettiği erkek kardeşi Aragonlu Don Pedro duruyordu. Günah çıkarttığı Granada Baş Engizisyoncusu ise yanındaydı. Kral her zamankinden daha kederliydi. Etrafındaki saraylıları çocuksu bir ciddiyetle eğilerek selamlayan ya da her daim kendisine eşlik eden asık suratlı Albuquerque Düşesi’ne, yelpazesi ardından bakıp gülen prensese baktığında çocuğun annesi genç Kraliçe’yi düşünüyordu. Kısa bir süre önce (ona öyle geliyordu) neşeli Fransa diyarından gelen annesi İspanyol sarayının kasvetli ihtişamında solup gitmişti. Çocuğunun doğumundan altı ay sonra ölmüştü. Bahçedeki bademlerin açışını ikinci kez görememiş ya da hâlihazırda üzerini otlar kaplamış saray avlusundaki eski incir ağacından ikinci kez meyvelerini toplayamamıştı. Kral’ın ona olan aşkı öylesine büyüktü ki mezarın bile kendisini ondan ayırmasına tahammül edemedi. Faslı bir hekim tarafından mumyalanmıştı. Bu hizmeti karşılığında hekimin hayatı bağışlanmıştı. Kutsal makama bildirildiği üzere sapkınlık ve büyü işleriyle uğraşmaktan suçluydu. Kadının vücudu siyah mermerden saray kilisesinde ağır kumaşlarla örtülü tabutun içinde, rahiplerin on iki yıl önce rüzgârlı bir mart gününde bıraktığı gibi duruyordu. Kral her ay koyu renkli bir pelerine bürünüp loş bir feneri eline alıp kiliseye gider ve yanında diz çöküp “Mi reina! Mi reina!”1 diye ona seslenirdi. Hatta zaman zaman hayata dair her hareketi düzenleyen ve Kral’ın acısına bile sınırlar koyan İspanya’nın resmî nezaket kurallarını ihlal ederek soluk renkli mücevherlerle dolu eli yakalayıp acıdan kaynaklanan vahşi bir feryatla kadının soğuk yüzünden öperek onu uyandırmaya çalışırdı.

      Bugün onu yine görür gibi oldu. Tıpkı onu Fontainebleau Kalesi’nde kendisi on beş yaşındayken -Kraliçe de hâlâ gençken-gördüğü gibi… O zaman Papalık Elçisi ile Fransız Kralı ve saraylıların huzurunda resmen nişanlanmışlardı. Kraliyet sarayı El Escorial’a geri döndüğünde elinde bir tutam sarı saç ile iki çocuksu dudağın arabasına binerken elini öpmesinin hatırası vardı. Daha sonra iki ülke sınırındaki küçük bir kent olan Burgos’ta alelacele nikâhları kıyılmıştı. Sonrasında da Madrid’e görkemli girişlerinin ardından gelenek gereği La Atocha Kilisesi’nde büyük ayin yapıldı. Her zamankinden daha heybetli bir auto-da-fé2 sırasında aralarında çok sayıda İngiliz’in de olduğu üç yüz kadar dinsiz yakılmak üzere sivil güçlere teslim edilmişti.

      Onu kesinlikle çılgınlar gibi sevmişti. Hatta birçoklarının düşüncesine göre ülkesini mahvetmek pahasına çok sevmişti. Sonra da Yeni Dünya’daki imparatorluğa sahip olmak için İngiltere ile savaşa girmişti. Onun gözünün önünden ayrılmasına nadiren izin verirdi. Onun için devletin ciddi meselelerini unutmuştu ya da unutur gibi görünüyordu. Tutkunun bütün kölelerine getirdiği korkunç körlük, karısını mutlu etmek için düzenlettiği o şaşaalı merasimlerin kadının acı çekmesine sebep olan tuhaf rahatsızlığını daha da şiddetlendirdiğini fark edemedi. Kadın öldüğünde bir müddet aklı başından gitmiş gibiydi. Eğer ki Küçük Prenses’ini kardeşinin insafına bırakmaktan korkmasa tahttan resmî olarak vazgeçip fahri rahibi olduğu Granada’daki Trappist Manastırı’na çekilirdi. Kardeşinin İspanya’da bile ün salmış bir zalimliği vardı. Birçok kişi Kraliçe’nin, Kral’ın kardeşini Aragon’daki kalesinde ziyaret ettiği sırada kadına hediye edilen bir çift zehirli eldiven tarafından öldürüldüğünü düşünüyordu zaten. Hükmettiği bütün bölgelerde üç yıl boyunca yas tutulmasını emreden Kral, bu sürenin sonunda dahi yeni bir evlilik sözünün geçmesine müsaade etmiyordu. Hatta imparator kendisine haber salıp yeğeni olan güzel Bohemya Arşidüşesi ile evlenmesini teklif ettiğinde İspanya Kralı, Hüzün’le evli olduğunu efendilerine söylemelerini emretti elçilere. Her ne kadar evli olduğu Hüzün yavan da olsa onu güzellikten daha çok seviyordu. Bu cevap ona Hollanda’nın zengin illerinin kraliyet tacına mal olmuştu. Sonra da bu iller imparatorun tahriki sonrası Reform Kilisesi’ndeki bazı fanatiklerin önderliğinde İspanya Kralı’na karşı isyan etmişlerdi.

      Küçük Prenses’i bahçede oyun oynarken seyrettiği sırada bütün evlilik hayatı keskin neşesi ve ani bitişi sonrası sebep olduğu korkunç acıyla beraber aklına geliyordu. Kraliçe’nin huylarındaki tatlı aksilik onda da vardı. Annesi gibi inatla kafasını savuruyordu. Dudakları onunki gibi gururlu kıvrımlara sahipti. Aynı harika gülüş vardı onda (gerçek bir Fransız gülümsemesi). Aşağı yukarı bakınırken sonra da pencereye göz atarken ya da gösterişli İspanyol beyefendisine ufak elini uzatırken… Ne var ki çocukların kahkahalarının keskin gürültüsü kulaklarını tırmaladı. Parlak ve acımasız güneş ışınları kederiyle alay etti. Tuhaf baharatların yavan kokusu, mumyacıların kullandığı baharatlara benzer kokular berrak sabah havasını lekeler gibiydi ya da ona mı öyle geliyordu acaba? Yüzünü elleri arasına gömdü. Küçük Prenses tekrar pencereye baktığında perdelerin çekilmiş olduğunu gördü. Kral dinlenmeye çekilmişti.

      Hayal kırıklığıyla hafifçe dudak büküp omuz silkti. En azından doğum gününde onunla birlikte kalabilirdi babası. Aptal devlet meselelerinin ne önemi vardı ki? Acaba mumların her zaman yandığı ve kendisinin içeri girmesine izin verilmeyen kasvetli mabede mi girmişti? Güneş böylesine parlarken ve herkes bu kadar mutluyken ne kadar da aptalca bir şeydi bu. Ayrıca borazanın çoktan ilan ettiği sahte boğa güreşini de kaçıracaktı. Kukla gösterisini ve diğer şeyleri söylemeye bile gerek yok zaten. Amcası ve Büyük Engizisyoncu ondan daha mantıklılardı. Terasa çıkıp ona iltifat etmişlerdi. O da güzel başını arkaya atıp Don Pedro’nun elinden tutmuş ve bahçenin diğer ucuna dikilmiş mor ipekten koca çadıra doğru yürümeye başlamıştı. Diğer çocuklar belirli bir üstünlüğe göre Prenses’i takip ediyorlardı. İsmi en uzun olanlar önden gidiyordu.

      Matador kıyafetleri giyinmiş soylu delikanlılardan oluşan bir alay onu karşılamak üzere dışarı çıktı. Muhteşem bir yakışıklılığa sahip on dört yaşındaki genç Tierra-Nueva Kontu doğma büyüme bir İspanyol asilzadesi zarafetini ortaya koyarak şapkasını çıkartıp Prenses’i ciddi bir şekilde arenanın üzerinde bir platforma yerleştirilmiş yaldızlarla süslü fildişi bir sandalyeye yönlendirdi. Çocuklar etrafta toplanmış büyük yelpazelerini sallayarak birbirlerine fısıldıyorlardı. Don Pedro ve Baş Engizisyoncu ise girişte gülerek duruyorlardı. Camerara Başkanı diye bilinen zayıf ve sert hatlara sahip sarı yakalı Düşes bile her zamanki gibi asabi görünmüyordu. Kırışık yüzünden soğuk bir gülümseme geçer gibi oldu ve solgun, zayıf dudaklarını hareketlendirdi.

Скачать книгу


<p>1</p>

Kraliçem! Kraliçem! (ç.n.)

<p>2</p>

Dini suç işlemekle itham edilenlerin yakılarak öldürülmeden önce engizisyon mahkemesi tarafından itirafta bulunmaya zorlanması. (ç.n.)