.
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу - страница 5
Bir gün yine, soluk soluğa burnunu çeke çeke elma gibi kızarmış yanaklarını ovarak içeri girdi İlnur. Burnunun ucu, yüzü üşüdüğünden değil, yandığından kızarmıştı. Dedesi, kendi çocukluğunu hatırlayıp gülümsedi. Torunun alnında boncuk boncuk terler asılıydı.
– Dede! diye seslendi kapıdan girer girmez.
– Ne oldu gene?
– Dede! Biz yendik. Hem de üç sıfır. Sopayı kesince ne kadar güzel oldu bir bilsen..
– Biliyorum. Ben Sabantoy Pehlivanıyım çünkü. Ya! Dedenin sözlerine işte böyle kulak vermelisin.
Torunu koşarak gelip, ona sarıldı ve bir eliyle bembeyaz sakalını sıvazladı.
– Dedeciğim!
– Dinliyorum dostum…
– Yarın matematik dersi var. Bu sefer daha dikkatli çözmemiz gerekecek.
– Neyi?
– Problemi tabii…
Dedesi, omuzu üzerinden baş parmağıyla kapının orayı işaret etti. Torunu dönüp kapının önüne baktı. Olduğu yerde duran çantasını görünce canı sıkıldı. Dedesi ses etmedi. İlnur’un morali iyice bozuldu. Dedesinin “sıfır oldu” deyimini hatırladı.
– Ödevimi yapmamış, dedi kesik kesik burnunu çekerek. Böyle olduktan sonra bana haydi haydi iki verecek artık.” dedi.
– Bana da verirler. Yoksa senin yerine ben mi gidip gelmeye başlasam okula?
– Seni almazlar…
– Problemleri nasıl çözdüğümü anlatırım.
– Gerek yok…
İlnur, diğer odaya ödev yapmaya gitti. Dedesini dinlemesi gerektiğini artık anlamış gibiydi.
İhtiyar, masanın köşesinde kalan günlüğü açtı. Yine de hangi konuyu gördüler diye merak ediyordu.
Büyütecini gezdire gezdire ev ödevinin yazıldığı kısma gözü ilişti. Orada: “Ev ödevlerini İlnur kendisi yapsın.” diye bir not vardı.
Lele Ğıymadiyeva
HANGİSİ GERÇEK HANGİSİ HAYÂL ?
Aybulat’ın odasında ne yok ki… Karşıki duvarı boydan boya kaplayan dev ekranlı ev sinemasından, dvd çalardan tutun da, rengârenk balıkların yüzdüğü kocaman akvaryuma kadar var. Sağ taraf duvarı bir uçtan öbür uca çeşit çeşit bilgisayarlar kuşatmış durumda. Dizüstü bilgisayardan alın da, sağında solunda yazıcısı, tarayıcısı bulunan koca gövdelisine kadar, hepsi orada mevcut. Onun karşısındaki uzun, dar masada irili ufaklı cep telefonları var. Aybulat bu eşyalar arasında tekerlekli koltuğundan hiç kalkmadan hareket ediyor. Annesi sabahleyin işe giderken tabak dolusu pastırmalı, peynirli sandviçleri, kutu kutu meyve sularını odasına bırakıyor. Bu leziz şeyler Aybulat’ın peşinden odanın kâh bir köşesine kâh öbür köşesine geziniyordu. O, ya ihtiyaç gidermek için ya da anne babası eve gelip yemeğe çağırdıklarında ancak kalkıyordu tahtından. Ne dışarıdaki çocukların bağrış çağrışlarını, ne arabaların uğultusunu duyuyordu. Kulağındaki kocaman kulaklıktan çıkan “dım tıs dım tıs” ritmine kendini kaptırmış, kafasını gövdesini oynata oynata, sabahtan akşama kadar sanal dünyasında yüzüyordu. Kâh korkunç yaratıklarla savaşıp kan ter içinde kalıyor, kâh koltuğuna gömülüp, birbirinden çirkin varlıklarla dolu çizgi filmleri seyrediyordu. Bunlardan da bıktı mı, volkmeni, cep telefonları yerlerinden oynuyordu…
Geçenlerde köyden babaannesi geldi. Aybulat’ın odasına girince yüreği parçalandı kadıncağızın: “Ah yavrum! Anne baban seni mahvetmişler!” diyerek ağladı. Aybulat buna çok şaşırdı. Anne babası, o televizyonda ne görse alıyorlar, bir dediğini iki etmiyorlardı. Ne demek şimdi yani mahvetmişler? Daha başka nasıl olmalıydı ki o? “Bu yıl inşallah ilkokula başlayacaksın!” dedi ninesi sevinçle. Aybulat bunda sevinecek bir şey göremedi. O zaten çatır çatır okuyordu. Kalem tutmayı bilmese de, bilgisayarda her hangi bir kelimeyi yazabiliyordu. Ona okul falan gerekmiyordu. Filmlerde görmüştü okulun ne olduğunu. Öğretmenlerin çocuklara neler çektirdiğini çok iyi biliyordu.
Bugün, bir elinde sandviç, diğerinde kumanda, koltuğuna oturmuş halde ayağıyla yeri iterek pencereye kadar geldi. Açık pencereden perdeleri dalgalandıra dalgalandıra (Hayret! Annesi nasılsa bugün pencereyi kapatmayı unutmuş.) başta soğukça bir rüzgâr akın etti odaya. Peşi sıra, Aybulat’ın kafasından büyük bir futbol topu girdi içeri. Aybulat lokmayı çiğnemeyi bırakıp, kulaklığı çıkardı ve şaşkınlık içinde baka kaldı. O sırada dışarıda bağrış çağrış başladı. Sokaktakiler yavaşça pencerenin altına yaklaştılar ve bir çocuğu başlarını yukarı doğru kaldırdılar. Saçı başı dağınık, tişörtü kirlenmiş bu haşarı çocuk, bütün odaya şöyle bir göz gezdirdi ve başını sallayarak:
– Vay, vay, dedi.
– Sen de kimsin? diye sordu Aybulat, zihnini toparlayarak.
– Adım Marat! Komşunuzun çocuğuyum. Benim seni görmüşlüğüm var ama adını bilmiyorum. Seni kocaman siyah arabaya bindirip bir yerlere götürüp getiriyorlar değil mi?
Nereye olsun canım, sinemaya tabii ki. Orada sana büyülü bir gözlük veriyorlar. Kulağına da daha büyük bir kulaklık takıyorlar. Böylelikle filmin içine girip oradaki şovalyelerle birlikte savaşmış gibi oluyorsun. Uçsuz bucaksız okyanuslarda kocaman gemilerde yüzüyorsun. Hatta üzerine tuzlu su bile sıçrıyor…
Aybulat şu an hayâlinde ta nerelere gidip geldi. Pencere kenarında oturan çocuğu da neredeyse unutuyordu. Onun:
– Peki sen sokağa neden hiç çıkmıyorsun, sorusu kendine getirdi.
– Sokağa… Peki, ne varki sokakta? Ay-bulat ona tuhaf tuhaf baktı. Onun için kendi odasından başka ilginç bir yer olması mümkün değildi.
– Ne olduğunu kendi gözlerinle görmek istemez misin? Hadi o zaman topu ver de, birlikte çıkalım.
Aybulat koltuğundan güçlükle kalkabildi. Ayakları iyice uyuşmuştu. Masanın altına yuvarlanan topu nefes nefese eğilip aldı. Sonra sandalyeye emekleyerek çıkıp Marat’ın yanına, pencere kenarına oturdu.
Peki dışarıda ne vardı? Tıpkı televizyon ekranındaki gibiydi. Aynı oradaki gibi ağaçlar ve otlar. Futbol sahası.... Çocuklar… Bunlar çizgi filmdeki galaksi futboluna yetişemez tabii ki. “Hadi, hadi.” diyerek ısrar etti Marat. “Top oynamayı denemek ister misin?”
Aybulat bu soruya cevap veremedi. Topa kendi ayağınla vurmak nasıl bir şeydi acaba? Ama yine de kabul etti. Fakat sokağa nasıl çıkacağını kestiremedi. Evleri zemin katta olsa da pencere yerden yüksek sayılırdı. Bu yüzden korkuyordu. Baksana, Marat oluk borusunu kucaklayıp kayarak kolayca iniverdi. Gülerek Aybulat’a bakıyordu. O sırada pencere hizasına bir kaç çocuk