Hüzün Bestesi. Sema Tanrıverdioğlu Ersöz
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Hüzün Bestesi - Sema Tanrıverdioğlu Ersöz страница 5
Bir Anka kuşu olup efsanelere doğru uçuyorum şimdi. Ad Kavminin İrem Bağlarından, Nemrut’un rüyasından geçiyorum. Babil’in Asma Bahçelerinden süzülüp dillere destan kulesinde konaklıyorum. Elinde yıldız namesi eksik bir müneccimim şimdi. Bana haberlerini anlatsınlar diye gözlerini gökyüzüne dikmiş bir yıldız bakıcısıyım. Yıldızlar, hangi çağda insanın gönlünü kendisine ram etmemiş ki…
Ben onları daha çok, karanlığa bir noktacık ışıklarıyla meydan okuyan yiğit yürekler olarak görürüm. Hep güzelliği haber veren, iyiliğe, öze, manaya çağıran… Onlar, göğü şenlendirmeseydi; insanlar masallar yazabilir miydi çağlar boyunca, karanlıkta iz sürebilirler miydi? Kervanlar yönünü nasıl tayin ederdi zifiri çöllerde? Onlar asırlardır kocaman asalarıyla karanlık gecelerde yol gösteren ışıktan dedeler gibi ve ya denizin ortasında yardıma hazır birer deniz feneri gibi nöbettedirler.
Göğün bu güzelim ateş böcekleri olmasaydı gecenin bir yarısı kağnısıyla tarlasından ekinini yüklenmiş bir çiftçinin mutluluğu yarım kalmaz mıydı, diyorum. Peki ya şairler? “Çakılların elmas olduğu” yıldızlı gecelerin şiirlerini yazabilirler miydi acaba? Mahkûmlar, sürgünler, yolu gurbete düşmüşler; kan sızan yaralarına nerden ümit sürebilirlerdi? Bazen, yıldızlı bir göğün, daracık bir pencereden görüldüğü kadarı bile paha biçilmez bir servet değil midir? Nitekim yıldızlar, ölümü değil, hayatı müjdeler; onlar yokluğun değil, sonsuzluğun habercisidirler.
Bu yüzden gökyüzünün yıldızlarını, fikir sancısı çeken dava adamlarına benzettiğim de olur. Onlar, gökten yere kaymış yıldızlardır. Yerdeki yıldızlar… Toprağın, hududun, cefanın yıldızları… Göktekilerle aynı havayı solur, aynı ruhla yaşarlar. Onların diyecek sözü vardır; bir duruşu, uğruna öleceği bir sevdası vardır. Herkesi kucaklayan, kurtaran bir çaresi… İyi güne değil kötü güne şifa nefesi, imkânsız nedir bilmeyen felsefesi vardır. Yeryüzünün yıldızları, yaşadıkları toplumlara yol gösteren, bir ümidin, bir davanın insanıdırlar. Bunlar, gökten yere kaymış yıldızlar, toprağa düşünce adları Mehmet Akif’tir, Necip Fazıl’dır, Sezai Karakoç’tur, Cemil Meriç’tir, Kemal Tahir’dir ve daha niceleridir. Onlar yaşadıkları çağlardan günümüze uzanan yıldızlardır.
Zannımca, onları bu denli aydınlık yapan, bir ütopyalarının olmasıdır. Onlar yaşadıkları çağlara, bir vecd ve neşve kazandırmaya çalışan, yeni bir dünya arzulayan, söyleyecek sözleri ve kavgaları olan adanmışlar; kimileri farklı iklimlere, kimileri de kendi içindeki iklimlere sefere çıkmış, beyaz kanatlı yelkenlilerdir.
Yeryüzündeki yıldızlarımız, “Avazeyi âleme Davud gibi salmış; gök kubbede baki kalmış sadalardır.” Hepsi de “birer yaralı bilinçtir.” Aynı silahla açılan yaralarının merhemi de birdir.
Karanlıklar mıdır, onların yıldız olmalarına sebep derim bazen. O sorguladıkları, çareler ürettikleri, yok etmek için yollar yöntemler çizdikleri karanlıklar ortadan kalksaydı eğer, aydınlık gökte onları görmeye gözlerimizin gücü yeter miydi? Sezai Karakoç’un, “Bengisu bengisu kaynayıp çağlayarak” gözlediği “Diriliş” düşüncesi hakikat olsaydı mesela? Ya da Akif, “Asım’ın Nesli”ni görebilseydi? Necip Fazıl, düşünce, tarih ve bir coğrafya sevdasına isim olmuş Büyük Doğu’ suna vasıl olabilseydi? O vakit karanlıklar çekilmiş olacaktı, bu yüzden kendi ışıklarına da lüzum kalmayacaktı, kim bilir? Ama ne zaman karanlıkta kalsa gökyüzü, onlar kâinattan topladıkları bütün ışıkları kendi özlerinde harmanlayıp yansıtacaklardır.
Onlar… Yıldızlar… Semanın ve arzın için için yanan yürekleridir.
GİTMEME SEBEP
“Bir zamanlar Rabbin meleklere: “Yeryüzünde bir halife yarataca ğım.” demişti. Melekler: “A! Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tespih ediyor ve takdis ediyoruz” dediler. Rabbin, ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” dedi. (Bakara Suresi/30) “Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra eşyayı meleklere gösterip: “Eğer (her şeyin iç yüzünü bilen) sadıklarsanız bunların isimlerini bana haber verin.” buyurdu. (Melekler): “Seni tenzih ederiz.” dediler. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir ilmimiz yoktur. Muhakkak ki sen her şeyi bilensin ve hikmet sahibisin. (Bakara 31-32)
Bugün şehri izlemekten vazgeçiyorum. Patiskalarını indiriyorum penceremin. İçimdeki ince sızıyı, gözümdeki karanlığı, ellerimin hüznünü alıp Bakara Sûresi’nin kapısına varıyorum. En başa, ilk güne, insanın yaratılış hikâyesine gidiyorum. Her şey gitmeme sebep!
Dünya toprağının bütün renkleri tutuştu atlasımda. Kalbine kor düşmüş yeryüzünün. Kıvılcımları semayı almış. Haritalar molozdan yığınlara benzer şimdi. Dumanlı bir göğün altında artık yeryüzü! Her şey gitmeme sebep! Doğumlar, ölümler, demirler, mermiler, çocuklar, ille aynalar, aynalar gitmeme sebep.
Elimde tek cümlelik yüküm var ama ağırlığı dağlara bedel. “Neydi insandaki hikmet?” diyeceğim. O eşikte, o yüce kelamın kapısında bu tek cümlelik yükümle bekleyeceğim. “Neydi insandaki hikmet?” Bu tek cümlenin yanında getirdikleri de, kelimesinden, hecesinden doğan başka sorular da düşecek eşiğe. Varoluşun sırrı neydi? Yeryüzünde bir insan varlığının lüzumu neydi? Hayatın manası neydi? Gitmeliyim, sorular gitmeme sebep.
İnsanın insana yaptığını deyince sular, yangınlar, dağlar, taşlar… Tarih söndüremeyince renkleri sevmeyenlerin çıkardıkları yangını ve denizler söndüremeyince… Mahiler sorunca yeryüzünde doymayan canavarın etten mi, kemikten mi, çelikten mi olduğunu ve gökyüzünde öbek öbek göç eden kuşların Ayşe mi, Ali mi, Hasan mı olduğunu? Yoksa koca arzın insana dar mı geldiğini sorunca toprak! Ateş gitmeme sebep, toprak gitmeme sebep, yangın gitmeme sebep!
Meleklerden dökülen soru kaplıyor bütün sayfamı şimdi. “Yoksa yeryüzünde kan döküp, bozgunculuk yapacak bir varlık mı yarattın?” Hikâyenin ortasında mıyım, başında mı bilemiyorum. Meleklerin sorduğu gündeyim ya da onların korkusunun, hüznünün içindeyim. Saf iyilikten ibaret bir varlığın sorusuyla vuruluyorum. Kan döküp bozgunculuk yapacak bir varlık! Yoksa o ben miyim?
Sırtlarına sorulardan yükleriyle gidenler ne olmuştu? Yoksa çok soru sorduğu için helak olan milletler gibi sonsuza dek pişman olmaya mı yazgılıydı benim ömrüm? Bütün hayatlar, umutlar, cevaplar gitmeme sebep.
Âdem’ den dökülen kelimeleri buluyorum eşikte. Melekleri hayran bırakan kelimeleri buluyorum. Hangi eşyanın adıydı, nasıl bir lisandı bilmediğim ama meleklerin bağlanışıyla teslim olduğum, geri çekildiğim kelimeleri. Yoksa dilde miydi bütün hikmet? Seçilen kelimelerde miydi? İnsan, seçtiği kelimelerden mi ibaretti? Varlığın özü, sessiz ya da sesli bir lisan mıydı yalnız? “Ben, sizin bilmediğinizi bilirim” diyen bir kudretin öğrettiği kelimeler, meleklerin secdesi için, rızası için kâfi gelen belki de her insana nasip olmayan meçhul kelimeler?
Sema