Biz Babasız Büyüdük. Asım Cakıpbekov

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Biz Babasız Büyüdük - Asım Cakıpbekov страница 8

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Biz Babasız Büyüdük - Asım Cakıpbekov

Скачать книгу

açsam, annemi nasıl sevindirsem?” diye düşünüyor, neşeyle gülümsüyordum. O sırada kapının önünde ayak sesleri duyuldu. Dışarıdan ihtiyar nineler ve dedeler geldi. İçlerinde postacı dede ve köyün muhtarı da vardı. Nedense korkmuşa benziyordu annem, gelenleri sorgulayan gözlerle süzüp öylece ayakta kaldı. Gelenler de bir an için ne yapacaklarını şaşırmışlar gibi anneme bakıyorlardı. Sonra kadınlardan biri beni dışarıya çıkardı, cebinden küçük bir ekmek parçası çıkararak tutuşturdu elime, yanağımdan öpmüştü. Yüzüme iki damla ılık su damladı. Tam o sırada içerden annemin acı çığlığı duyuldu…

      Sonraları Temir’in annesinin de böyle bağırdığını duymuştum.

      Git gide böyle çığlıklar köyün hemen her evinde sıkça duyulur oldu…

      İşte!..

      “Baban var mı?” diye sorduklarında “Yok!” demeye o günlerde alıştık biz…

      SALİMA

      … Ben o zamanlar on üç yaşındaydım. Salima da on üçündeydi. İkimiz de aynı sınıfta okumuş, aynı sırada oturmuştuk…

      Salimalar da bizim köydendi, ama o şehirde doğmuş. Babası şehirde önemli görevlerde bulunmuş; sonraları gözden düştüğü için mi veya tayini mi çıktı tam olarak bilmiyorum, yeniden köye gelmişlerdi. Onlar geleli bir yıl oluyordu. Babası ilçe merkezinde çalışıyor, karısıyla beraber ilçede yaşıyorlardı. Salima ise köyde, büyük annesinin yanındaydı. Ailesi şehirden geldikten sonra Salima, bir sene de ilçedeki okulda okumuştu. Bizim okula ise bu kış gelmişti.

      İkimizin aynı sırada oturmamıza da, yakın arkadaş olmamıza da kendisi sebep oldu.

      … Kışın en soğuk günleriydi. Dışarıda esen rüzgarın uğultuları duyuluyor, nefes kesen sert ayaz, ıslık çalar gibi insanın yüzünü yalayıp geçiyordu. Dersleri sabahları görürdük. Okulumuz köyün üstündeki küçük bir tepenin yamacındaydı.

      O gün okula gitmek için evden çıktığımızda elimizi ayağımızı donduran ayaza aldırmadan, Kamçıbek’le ikimiz soğuktan donmuş bir inek tezeğine “Kim önce vuracak?” diye itişip kakışarak oynamıştık.

      Üzerimde, artık eskimiş, kuzu derisinden yapılma; yakaları, üzerine un serpilmiş gibi ağarmış, sabaha kadar dışarıda kalmış da kırağı düşmüş görüntüsü veren sarı gocuğum vardı. Soğuktan kızarmış yusyuvarlak bir yüz, şişmiş bir burun, içine çökmüş gözler… Kamçıbek’in üzerinde ise babasının eski işçi tulumu… İkimizin de ıslanan kafalarımızdan buhar çıkıyordu. Oyuna dalmış, derse geç kalmışız. Nefes nefese, gürültüler çıkararak sınıfa girdik. Fakat, zamanın kurallarına göre kapıda dimdik durup beklemek lazımdı. Sınıftakiler bizim perişan halimize bakıp uğultuyla güldü.

      Arada sırada sınıfa geç kalanların gözünü korkutmak için onları azarlayarak karşılayan öğretmenimiz, bu defa bize sakin davrandı. Fakat kaşlarını çatarak bizi karşılayan öğretmenin ses ifadesindeki değişiklik, beni şüphelendirmişti. Bizim öğretmen genellikle sınıfa müfettiş ya da bakanlıktan birileri geldiği zamanlarda onların gözünde kendisinin sınıfa olan hakimiyetini göstermek için midir ne, her zaman böyle ağır bir ses tonuyla konuşur, ciddî bir tavır takınırdı. Fakat bu halinin normal karakterine uymadığı ve özel olarak böyle davrandığı hemen anlaşılırdı… İşte bundan sonra “Acaba dersi dinlemeye kim geldi?” diye düşünmeye başladım. Arka taraftaki sıraları gizlice gözümün ucuyla süzdüğüm zaman bir çiçeğin üzerine konan beyaz bir kelebek misali tatlı mı tatlı bir hayal gözüme çalındı. Alıcı gözle bakmaya kalmadan Kamçıbek burnunu “şorr” diye çekmesin mi! Sınıftakiler yeniden gülmeye başladı. Öğretmenin de elinde olmadan yüz hatları gerilmiş, yanaklarında tebessüm eden bir ifade belirmişti. Gülümseyerek arka tarafa doğru istemeden bir göz attı. Kafasını bize çevirmesiyle yüzündeki gülümseyen ifadenin kaybolup yeniden ciddileşmesi bir oldu. Bunu gören sınıftakiler de hemen gülmeyi kestiler. Öğretmen, hızlı adımlarla karşımıza gelip dikildi.

      –Neden geç kalıyorsunuz?

      –Yolda… diye ne söyleyeceğimi şaşırmış, bir an için duraklamıştım ki Kamçıbek:

      –Annem… diye birden lafa karıştı. Birbirini tutmayan bahaneler bizi iyiden iyiye maskara etmişti.

      Öğretmen tam da beklediğim gibi özenle seçtiği tehdit cümlelerinden oluşan bildik nasihatlerinden birini çekti.

      –Oturun, bundan sonra derse geç kalmayın, diyerek nasihatini bitirdi. Fakat bugün sarf ettiği sözler özel bir itina ile seçilmiş, lafı döndürüp dolaştırmış, uzattıkça uzatmıştı. Öyle ya, ihtimal biraz önce gördüğüm tatlı siluet, yukarılarda bir yerlerde oturan büyüklerden birinin kızı olmalıydı.

      Öğretmen sözlerini bitirinceye kadar başımı kaldırıp biraz önce anlattığım kelebeğe, bir defa daha bakamamıştım. Fakat sıra oturmaya gelince böyle durumlarda bir türlü peşimi bırakmayan talihsizliğim yine ayağıma sarıldı. O da nesi, kaküllü saçlarına bağladığı bembeyaz kurdelesi tıpkı bir kelebeğin kanadına benzeyen, yüzü de o beyaz kurdele gibi apaydınlık, şirin mi şirin küçük kız benim sıramda oturuyordu. Ben hep yalnız otururdum. O ise benim sırama yerleştiği yetmezmiş gibi, üstelik bir de sıranın her zaman oturduğum tarafına oturmuştu. Üzerimde sallım süllüm duran gocuğumun bağlarını çözüp de kafamı kaldırdığımda, küçük bir ceylan yavrusununki gibi koca koca bir çift gözün önünde ne yapacağımı şaşırıp kaldığımı hatırlıyorum.

      O bir çift göz, derse geç kalmamı, üstümün başımın halini görüp, hepsinden de kötüsü sanki öğretmen hakkında hiç de iyi olmayan düşüncelerimi sezmiş, “Böyle de edepsizlik olur muymuş?” der gibi hayretler içerisinde bana bakıyormuş gibi gelmişti. Yüzünü doğru düzgün süzüp de ona bakamadım; bu yabancı kızın önünde nedense kendimi işe yaramazın biriymiş gibi hissedip mahcup oldum. Sıramın yanına geldiğimde elimde olmadan biraz duraksadım, fakat onunla göz göze gelmekten çekinerek aniden yanından geçiverdim.

      Gidip arkadaki sıraya oturdum. Oturdum oturmasına fakat yine de nefes nefeseydim. Belki de çoktan geçmesi gereken bu hal, yabancı kız yüzünden heyecanlanmamdan olsa gerek daha da beter hızlanmışa benziyordu. Nefes alışım büyük kursaklı ineklerinki gibi öyle gürültüyle oluyordu ki hemen önümde oturan kızın duymaması için kendimi sıktıkça sıkıyordum. Bütün bunların üzerine bir de dışarıdan gelip de gocuğumu çıkarmamam –o zamanlar sınıfta üzerimizdekileri çıkarmak nedir bilmezdik- yüzünden beni ter bastı. Sıcağı görünce burnumdan akmaya başlayan ılık su durmuyor. Burnumu çekeyim desem, “Çıkacak ‘şorultu’yu kız duyar mı acaba?” diye nefesimi tutuyor, kendimi sıkıyordum. Fakat ne kadar tutmaya çalışsam da burnumdan dudaklarıma doğru yavaşça süzülen ılıklığı hissediyordum…

      Bütün bunlar olurken kendi sıramda oturmadığımı fark eden öğretmen;

      –Surançiev, ne oldu sana?… Rüya mı gördün? Kendi yerine otur! diye beni azarlamaz mı?..

      İşte bu kadarı fazlaydı. Her yanımı ter basmış, burnum durmuyor… Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de bu

Скачать книгу